“Ruhunu kaybedenlere…”

İnsanın ruhu tamamen bedeninden ayrıldığından (ayrıştırıldığından) bu yana, alaca karanlığın ortasında kalakaldı fakat öteyandan insan, herşeyden emin ve sabit bir dünya içinde yaşadığına yemin etmeyi de ihmal etmedi.

Yemin içerken kendisine şahitlik etmesi için bilimsel ve teknolojik bütün aygıtlar yardıma çağırdı. Nesne üzerinde gittikçe artan bir hakimiyet kuruldukça sadece doğaya değil Tanrıya da diz çökertebileceği iddia etti. Tanrıya meydan okudukça Tanrılaştığı ve bu süreçte varlığı emri altına kolaylıkla alabileceği düşündü. Ortada garip bir paradoks vardı; oysa en başlarda Tanrıyı daha iyi anlamak için Doğanın kitabını okuyanlar vardı. ‘Matematik, Tanrının insana sunduğu gizemi çözmek amacıyla insana sunulmuş şifredir’ demişlerdi ve Matematiği dünyaya daha çok formüle ettikçe ondaki gizemi açığa çıkarıp aslında Tanrının muazzam hesabının gösterilebileceğini ummuşlardı. Sonuç, böyle düşünenleri yanıltmıştı: Doğa okundukça nesneleşiyor, Matematik çözüldükçe nicelik herşeyin üsütünü bir tül perdesi gibi kaplıyordu. Bu tür düşünen ilk öncüler için ruh; henüz çok uzağa gitmemiş, belki bahçenin önü kadar bir uzaklıkta dolaşıyordu. Lakin nasıl olur da ruh bahçeyi aşıp -uzak olmasa da- dışarıya kadar gidebilmişti?! Acaba onlar Tanrıya giderken yollarını başka yere çıkacak şekilde mi döşemişlerdi? Farklı yollarda olduğunu anlayamayıp, aynı yolu yürüdüğüne inanan yolcular mıydılar? Mesela; Dünya, kürre-i arzın merkezi olmaktan çıkıp, Güneş etrafında döndüğünde sıradan mı dönüyordu, onlar için? Güneş büyüyüp sadece dünyayı mı yutmuştu? Sonra; Güneş de küçülüp evren tarafından yutulunca aynı mı kalıyordu bütün dönüşler; hareket, yer ve zaman?

İnsanın bilgisi şiştikçe bedeni de şişiyor, obeziteye yaklaşıyordu. Nesneleri tüketeceğini sanıyordu, salt bir duyusal algıyla ve basit bir kullanımla. Oysa tamtersi, nesnelerin kullandığı şeylere dönüyordu. Bütün gaddarlıkla saldırılan şeyler, bir türlü elde tutulamıyordu. Neyi avuçlarında tutmak isityorlarsa avuçları arasından akıp gidiyordu. Akarken herşeyin ciddi manada formları bozuluyordu, tabii olarak. Bu, kısır bir  döngü içinde ruhsuz dönüştü. Şeylerin (varlığın) üstündeki tüm gizem, hayret, efsun, büyü…vb boyundurluktan kurtulmuş atlar gibi olabildiğince gayesiz koşuyordu. Özgürlük, büyük bir gözaltıyla ve disiplinle şekilleniyordu.

Hakikatte herşeyin zıttını arzulaması, ona evrilmesi, onu ortaya çıkarması gibi bilimsel ve teknolojik gelişmeleri oldukça kuvvetli ve hararetli çağıranlar, onun türbesine koşup ondan himmet bekleyenler, bugün farklı şekillerde aslında ruha ait şeyleri kullanıp tüketmek için bir cellad bekleyişine girişti ve pusuya yattı. Dolayısıyla ‘zıttına doğru yönelim’, yalnızca görünüm itibarıyle yüzeyde kaldı. Max Horkheimer’ın ‘formel akıl’ dediği; herşeyi niceliksel boyutla algılayan ve anlayan, üretim-tüketim değirmeni gibi çalışan ve onun girdabından kurtulmanın kolay olmadığı bir zihin, bizleri esir aldıkça ruha ait olan herşey de bir malzeme olmaktan kurtulamaz bir özellik taşıyordu. René Guénon’un “niceliğin egemenliği” şeklinde ifadesini bulan şey, bu bunalım ve çıkmazın daha değişik versiyonuydu. Bunun anlamı şuydu: bugün akla sığmayan-başdöndürücü teknolojik buluşları meydana getiren şeyin, pozitif bilimin aşağıladığı ilham, hayal gücü, rüyalardı; kısacası ruhun dünyasında dönen unsurlardı. Bilim-kurgu romanlarındaki nerdeyse bütün şeyler, bilimsel teknolojik arge olarak bir üretim motoru ve modeli olarak bilimadamlarının önünü açtı. Bu denli inovasyona dönüştüğü yerde ruhun ve ruha ait şeylerin yakın olması ya da yakında kalması beklenemezdi. Ondan daha fazla verim elde edebilmek için ekonomi de devreye girdi, diğer tüm alanlar gibi. Hollanda’da  belirli ürünleri gelişim- geliştirme ve tasarım bölümündeki insanlara zaman ve mekan sınırlaması getirmeyen büro uygulamaları yürürlüğe girdi. İnovasyoncuları ilham perileriyle çalışan teknik eleman gibi kullanma, gelinen nokta itibarıyle işin iyice felakete gittiğinin isbatıydı. Ruhun firmalara daha fazla kâr amacıyla üretim-tüketim çarkına sokulup sömürülmesi, insanların sadece maddi sömürüyle (emek sömürüsüyle) yetinmediği kokunç bir cehennemde yuvarlandığını haykırır. Lakin dijital çağ denilen zamanımızda ruhun ve ruha ait şeylerin önemi, kullanım bakımından sürekli “artacağından” yani kaba bir üretim ve onun gereçleri değil daha ince fakat oldukça karlı olan ‘yaratıcılık’ gerektiren şeyler ön plana geçtiğinden dolayı ruh sömürüsü daha sistematik şekillere bürünecektir. Şöyle Ki; firmalar bünyelerindeki argecilerine inovasyoncularına her türlü koşulları sağlayacak, gerekirse onlara uyuşturucu (doğal ya da kimyasal herçeşit) yasal olarak temin edeceklerdir. Bu fütirist örneklememiz, bir kehanet olmayacak kadar yakın ve kârlı birşeydir. Kısaca burada mevzubahis ettiğimiz ‘ruhun metalaşması’na şöyle bir genelleme de yapılabilir: İnsan ne yaparsa yapsın zaten ruhundan başka birşeyi de tüketemez. Öyle değil mi? 

Kurumsal olarak Spiritüalistler, Okültistler, Gnostikler ruhun bu denli yokedilmesine itiraz etmeye çalışmış, belki onu geriye çağırabiliriz diye ümitlenmişlerdi fakat modern aklın ve çarkın işleyişi içinde bunu engellemek pek mümkün görünmüyordu. Mistik ve Ezoterik şablonlarla damgalanmaktan kaçabilmek bugün bile imkânsız bir hapisahedir.

Bir ruh dolaşmaya gitti…Vladimir Propp, masalların biçimsel yapısını incelerken masallardaki kahramanların anlatının sonunda dönüp geriye (eve –yurda- yare)  gelmesinin, bir dönüşün bir dairevi hareketin olmasının onun temel karakteri olarak belirlemişti. Lakin bu ruhun masallarda olduğu gibi geriye gelmesi, hiç olmazsa şimdi bu alaca karanlığın içinde çok da açık değil.