Tam bir haftadır dedemlerin üst kat komşu kızı Sevinç’le bu şarkıyı dinliyorduk.

Öyle bir geçer zaman ki

Dediğim aynıyla vaki…

80’ lerin başında, on yıllık ömrümün en sıcak yazında, dedemin bahçeyi sulamak için

yaptığı küçük havuzda ya kağıttan gemiler yüzdürüyoruz ya da ayaklarımızı serinletiyoruz.

Ada’ya göre yazları daha sıcak ve kurak geçen Ankara’daki günlerim, adını ilk kez duyduğum

Erkin Koray şarkılarıyla geçiyor. Arada bozulup saran kaset şeritlerini kayısıyla eriğin

dallarına gerip güneşte yansımasını seyrediyoruz. Aslında bahçeye girmemiz yasak.

Bahçenin bir kapısı, kapının da asma kilidi var. Ada’da bahçelerimizin kilidi olmaz ki.

Neden? diye soruyorum dedeme. Cevabı kısa ve net; Hırsızlar!

Vay be diyorum…Demek Başkent’te bahçeyi bile çalan hırsızlar var…

Dedem bahçesini çok seviyor. Ankara’nın kim bilir hangi uygarlığa ev sahipliği yaptığı,

hangi deprem kuşağının, kim bilir kaçıncı kırılışında oluşmuş dev kayaların üstüne inşa

edilmiş bu iki katlı evin bahçesi dedemin cennetiydi.

Kayısı, erik, ayva. Şaşırdığım şey; ne zaman elimi atsam tıısss sesinden başka şey gelmeyen

çeşmeler, geceleri kovaları doldurma telaşı, susuzluktan kavrulan Başkent ve bu susuzluğa

rağmen dedemin bu küçük cenneti nasıl yarattığıydı.

Kah çinko taslarla, kah geceleri bahçeye çektiği hortumlardan ip gibi akan sularla, kayaları

oyarak, eliyle, tırnaklarıyla taşları delip toprağı bularak… Dedem yıllarca bahçesine cennet

gibi baktı ta ki dermanı kalmayıp bahçesi sadece kuşlara ekmek koyduğu bir viraneye

dönüşene dek…

Keşke zamanda yolculuğa çıksam. Keşke şimdi o bahçede olsam, gizlice asma kilidi açsam,

kayısının en olgununu atsam ağzıma, dedem birden çıksa gelse, bağırmadan bakışlarıyla

azarlasa beni. Babaanneme sığınsam, onun una bulanmış , gözleme kokan ellerine sığınsam…

Birden dursa zaman.

Birden dursun istersin seneler olunca mazi 

Öyle bir geçer zamanki dediğim aynıyla vaki 

Öyle bir geçer zamanki …

***********

Dedem en çok Ulus haline giderdi alışverişe. Babaannem, dedem camiye de gitse, Kızılay’a

da sanki kutsal bir yolculuğa çıkıyormuş gibi uğurlardı onu. Sanki gidecek ve bir daha

gelmeyecek gibi. Akşam çay faslında erzak listesini yaparlar, babaannem listeye el bezi ve

patik örmek için için orlon ekler, -kahveyi unutma- der, dedeme bir daha bir daha okutur,

-şu kıza da bir şey al –diye ekler, listeyi dedemin kutsal sandığım ve sadece onun oturabildiği

koltuğun yanı başındaki sehpaya koyarlar ve odalarına uykuya geçerlerdi.

Ankara ışıl ışılken, Çankaya, Cinnah, Kuğulu adeta Hitit güneşi gibi pırıl pırıl parlarken

dedemler uyur liste uyurdu…Ben dualarımı eder, kendimi Ada’da olmayan ışıltılı caddelerde

yürürken hayal ederdim. Tam uykuya dalacakken, Anıtkabir’de nöbet devreden askerlerin rap

rap postallarının, Kuğulu’daki kuğuların kanatlarından akan suların, tepemizden geçen jetlerin

seslerini duyardım.

Nihayet aşağıdaki gecekondulardan birinin bahçesinden, kına gecesinden dağılan kalabalıktan

arda kalan, zil zurna sarhoş iki gencin bağıra çağıra söylediği şarkı geceyi çınlatırdı,

Bana bir kez gülmez misin komşu kızı, Hiç karşılık vermez misin komşu kızı- Gönlüm

senin kalbim senin komşu kızı…

Ben düşerdim uykunun tuzağına… Başkent ışımaya devam ederdi.

Eyvahhhhh eyvahhh düştüm aşkın tuzağına…

****

Eyvahhhh!

Alacakaranlıkta babaannemin sesiyle uyandım. Güneş tam doğmamıştı. Telaşlı adımlar,

fısıltılar, çiçekli perdede adam gölgeleri… Dedem üstünde çizgili pijamaları, başında takkesi,

elinde feneriyle bahçeden geliyor. -Vay namussuzlar vay! diyor dedem.

İşte şimdi oldu, diyorum bahçeyi çaldılar…Ama uyku çok tatlı kapanıyor gözlerim.

Uyanınca, babaannemin yıkadığı balkonun serin kara betonuna bastım, bir gömlek tutuşturdu

elime babaannem bir de kararmış tahta mandal . Komşu Dilber Teyze seslendi yan bahçeden,

Berber Ziya Amcanın karısı.

-Huuu Hanife Yenge, sabah pek patırdadınız hırsız mı yine?

-Sorma dedi babaannem -anarşikler bahçeye girmeye çalışmış, dede duydu seslerini de

baltayla koştu, kaçtılar, kaçarken de ellerindeki gastaları atmışlar etrafa, dede şimdi onları

yakıyor…

Neeeee, hırsız mı; anarşik mi, balta mı? Allahım ben nereye geldim diye ağlayarak tuvalete

kaçtım. Kaçarken de babamın vitrindeki astsubay resmini sakladım avcuma.

Başkentte , helada , çok özlediği babasının resmine bakarak ağlayan bir kız çocuğu…Orada

da çok kalamadım zira dedem içerden seslendi,

-Bu kadar kalınır mı helada? Pes!

Pes etmiştim. Bu evin kurallarına uyacak, orlondan bulaşık bezi örecek, sureleri

ezberleyecek, kömürlükteki odunları istiflemeye yardım edecek, akşam ezanından önce evde

olacak ve bir daha Adapazarı lafı etmeyecektim.

Dedem bahçede kahvesini içerken havuzun içinde buruşmuş bir deste kağıt buldum.

Çaktırmadan alıp eve koştum. İtinayla açsam da yer yer yırtılmıştı, genç adam resimleri

seçiliyordu yer yer.

Deniz, Mahir, Hüse..Hüseyin… Zar zor okuyordum. “Kahrols…Yolumuz devrim yolunda

düşenlerin yoludur”…Anlamıyordum ama hissediyordum yasaklı bir şeydi bu. Hemen arka

odada Kaptan Amcamın masanın altında yığılı duran GırGır ve Ses dergilerinin arasına

sakladım. Ses ‘in kapağında yakışıklı bir adam gülümsüyordu: Tarık Akan!

-Anarşikler Papaz Deresinde çatışmaya girmiş, polis gecekonduları hallaç pamuğu gibi

atmış- dedi dedem. -Halil Ağa’ya bu akşam gitmeyelim- dedi babaannem.

Netekim, perdeyi çekip TRT yi açtılar.

Günlere bakarsın katı katı ,üzerine çekersin perde 

Yoldan geçenler varda her akşam gelenler nerde?

******

O akşam o kadar çok kavun yemiştim ki gece yatmaya yakın dayanılmaz bir karın ağrısı

başladı. Dedem kutsal koltuğunda TRT de haberleri seyrediyor ben ağrıdan kıvranıyordum.

Her zaman soğukkanlı olan babaannemin bile yüzü değişmişti. Cep telefonu yok, internet yok,

dedemlerde ev telefonu da yok ki annemlere haber versinler. Komşu Şehri Teyzelere

gideceksin de, Adapazarı’nı bağlatacaksın da, karanlıkta geri geleceksin de, bir saat sonra

Şehri Teyze camdan seslenecek de, duvarı aşıp karanlıkta tekrar gideceksin de…Ooooo ölme

eşeğim ölme!

-Korkma ölmezsin ! dedi dedem. Hışımla kalktı, mutfaktan bir bardak bembeyaz su getirdi.

Ben rakı getirdi sandım,

- Bu ne ki ? dedim. - İç sen - dedi .

Bir dıkışta içtim. Ne olacaksa olsundu artık. Ya bu ağrı geçecek ya da ben ailesinden uzakta

dedesinin evinde ölen küçük kız olarak Hürriyet’te manşetten haber olacaktım…

Daha on dakika geçmeden terlemem durdu, ağrım geçti, tatlı bir sarhoşluk kapladı gövdemi

hatta gülmeye ve konuşmaya başladım. Durmadan konuşuyordum. Dedem - geçti mi? diye

sordu.

-Evet dedim. Geçti valla!

Yataktan fırladım, başladım mastika yapmaya.

“Oooo mastika mastika, ooooo sigarası Malbora..Alayım kızıma bir kutu boya…”

İkisi bakıştılar kahkahayla güldüler, hadi uyu dediler.

Dedem ışığı kapatırken sordum,

-Ne içirdin dede bana?

-Ne mi dedi? Karbonatlı su!

Vay be sadece karbonattı demek cevap.

Bir cevap buldun mu sorulara yiğitlik de var yine serde 

Nasıl gaddar seneler geçiyor durduğu yerde

**********

Sabah erkenden, daha bir kent uyanmadan, belki de Sincan banliyösündeki işçiler ilk

simitleri alırken perondan, babaannemin tıkırtıları gelirdi mutfaktan. Yazsa balkonu yıkar,

kışsa sobayı temizlerdi. Emekli ve bir hiçbir yere yetişme derdi olmayan bu iki orta yaşlının

neden erkenden kalktığını anlamazdım ama dedem kafamdaki soruları bilircesine ağzına bir

zeytin atar, durup dururken -Allah yatanı sevmez! -derdi.

O sabah babaannemin tıkırtılarıyla açtım gözümü. Çay çoktan demlenmiş, yumurtalar

rafadan haşlanmıştı. Dedem radyoyu açmış, koltuğuna oturmuş, takvim yaprağından bir

hadis okuyordu.

Radyoda ilk defa duyduğum bir şarkı vardı.

“Saaaabuhaaaaa, Vicdansız Sabuha” Bu yanık sesi, gırtlak oyunlarını ve bozuk Türkçeyi

sevmemiştim.

Ama Altın Kelebek alan altın saçlı Emel Sayın öyle miydi ya?

Bir kulunu çok sevdim o beni hiç sevmiyor

Kalbimi ona verdim artık geri vermiyor.. derken ne kadar zarif ne kadar hoş!

Babaannem camdan beni çağırıyor -git Nursel bakkaldan ekmek al gel -diyor. Seviniyorum.

Bakkala gitmek demek dedemin yüksek bahçe duvarını aşıp sokağa çıkmam, komşu

çocuklarını görmem demek. Ekmek alıyorum, üstüyle Pembo ciklet alıyorum, leblebi tozuna

yetmiyor param, veresiye de yasak. Tozun toprağın içinde misket oynayan Angara bebelerini

seyrederek evin yolunu tutuyorum.

-Dedem aslında iyi insan be! diyorum. Çok gülmez, az konuşur, tersler mersler ama bir kere

çok dürüsttür, yalanı sevmez, sonra çok okur, çok haber seyreder, askerleri sever, ülkesini

sever, duvarında Atatürk posteri de var, çerçeveli Besmele de…Namaz da kılar, Dallas’ı da

seyreder “Vay Ceyar vay “der!

Kızarsa : mendebur, beğenirse : yaşa!!!

Sık sık -kimsenin bir kuruşunu istemem, beleşi sevmem, kimseye minnet etmem- diyen bu

adamı seviyorum, dedemi seviyorum.

Bir acayip derde düştüm herkes gider karına

Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına

Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına

Rızkımı veren hudadır kula minnet eylemem 

Büyüyünce,çok yaşlı bir ihtiyar olduğunda ona ben bakacağım diyorum içimden. Dedemi

seviyorum.

Öyle bir geçer zamanki …

****

Balkonda kayısı çekirdeklerini kırıp bademlerini yiyordum. Dedem –sen de gel benimle

Kızılay’a- dedi .Havalara uçtum. Rahmetli Sabahat Yengemin diktiği kalçadan elbisemi

giydim, beyaz ayakkabılarım sıkacak ama olsun. Bayrama az kaldı.

Sokak boyu gururla yürüyorum dedemin yanında. Kırmızı MAN otobüse biniyoruz. Dedem

biletleri veriyor. Cam kenarına yerleşiyorum. Kızılay’da saatlerce dolaşıyoruz. Dedem simit

alıyor simitçiden. GİMA’nın az ötesinde uzun saçlı, küpeli gençler kaldırıma oturmuş şarkı

söylüyor. Duruyorum.

Bu bir Ankara hatırasıdır Ankara işidir

Yıllar önce delikanlılar en hızlı zamanlarında Kızılay’da 

En hızlı anılarını Kızılay kaldırımlarına çakarken 

Boy boy , boydan boya delikanlılar 

En hızlı durumlara başlamadan önce birbirimize şöyle bir bakıp 

E bu mendili icad edeni ne ne yalıca ya 

Ya ya ah gıdı gıdı meh meh…

Ne komik şarkı bu!

Dedem ters ters bakıyor gençlere, dedem uzun saç sevmez, yok çembermiş yok keçiymiş hiç

bir türlü sakal sevmez, erkekte küpe..Haşa!

Yeşil döpiyesli bir teyze para atıyor mendile. Gençler coşuyor devam ediyorlar:

En hızlı zamanında Ankara’nın , sevdik birbirimizi 

Sen ve ben belki çok erken 

Ama çok yakındık birbirimize 

Bir kız ve bir erkek

Çıııığ gibi yağdık Ankara’nın üzerine 

E bu mendili icad edeni ne ne yalıca ya ya

Ya ya ah gıdı gıdı meh meh ,,,

Sözleri alıyorum hafızama, bir gün dedemi anlatan bir kitap yazarsam kullanırım diyorum.

Beyaz kapaklı kalın bir kitap. İçinde sadece neşe ve mutluluk olan, kötü kaderin, kara

yazgıların , dargınlıkların , ölümlerin olmadığı bir kitap.

Sana kara yazıldı sanma insanın da kaderi böyle …

Öyle bir geçer zamanki dediğim aynıyla vaki,

Öyle bir geçer zaman ki …

Kapak neden mi beyaz? Dedem renk körü akıllım!!!