1926 yılının sıcak mı sıcak Mayıs ayında bir Salı günü, çamların kuşattığı bir köyde burçak yolarken gelinler, oğul oğul bal akarken çamlardan, kar suları çağıl çağıl aşarken dağlardan, yaylalarda mantarlar coşmuşken, köylünün tekmili birden Yukarıbahçeden başlayıp Güvercinboğazı' na kadar saran ebemkuşağını seyrederken, ikindi vakti sesiz sedasız bir bebek geldi dünyaya. Adını Kamil koydular. Sıcaklık 28 derece, ekmek 16 kuruş 30 paraydı.

Bebeğin gözleri ela mı, yeşil mi, gri mi bilemediler. Olsun , bahtı kara olmasındı, yeterdi…Konaklı Gelin sütten kesince Kamil’i, bulursa pekmezle, bulamazsa bulamaçla besledi, mısır çorbası içirdi, ebegümeci kavurdu, kurban bayramlarında patayı etli pişirdi.Yokluğa ninnilerini ve yüreğini katık etti. Cumhuriyet henüz ağzı süt kokan bir bebekti, Kamil bebek gibi...

Babası -Abdurrahman Ağa- arada bulup da içtiği nohut kahvesinden tattırdı oğlana. Oğlan kahveyi pek sevdi. Kahveyi seven hayatı sever derler. Kamil yaşamı sevmişti bir kere, işte ondandır bu hayatın kahvesine, denizine, sisine, pususuna, ayazına, buzuna dört elle sarıldı. Ama en çok da denizi sevdi…İlk görüşte aşk gibi sevdi denizi.

1946 yılında yaklaşık iki yüz ”yorgun ve aç” asker Yeşilköy’de denize girer ve neşeyle banyo yaparlar. Yarısı bitlenmiş ve yarısı da uyuza yakalanmış bu erlerin önce denizle ardından da Gülhane Parkıyla buluşmasını içlerinden sadece biri günlüğüne" Bu günü ömrümün sonuna kadar unutmayacağım”cümlesiyle yazar ve torunlarına yıllarca anlatır.

Başım köpük köpük bulut içim dışım deniz
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda
Budak budak serham serham ihtiyar bir ceviz
Ne sen bunun farkındasın ne polis farkında

Dedem hayatının en güzel yıllarını deniz kenarında lokanta işlettiği Amasra’da geçirir. Şimdi ne zaman deniz görsem, denizde kayık görsem, kayıkta ağ, ağlarda balık görsem, karanlıkta bir deniz feneri görsem, çalışkan, hayata tutkun, ela gözlü bir adam gelir aklıma ve hep aynı şarkı…

Deniz üstü köpürür hey canım rinnan nay rinna rinna nay 
Kayığa binsem götürür hey canım hey 
Benim de şu cihana gelişim hey canım rinna nay rinna rinna nay 
Bir güzelden ötürü hey canım heyy .

****

80’lerin ortasında yine bir yaz tatilinde bu kez Nihal’le dedemlerdeyiz. Mahalledeki kızlarla merdivenlere oturup taze nohut yiyoruz. Ada’da olmayan her şey var burada. Taze nohut, acur, keskin iğde kokusu, taklacı güvercinler, duvarlarda anarşik yazılar. Ankara ‘da bir sokakta yoksul evlerin yoksul oğlanları yokuş aşağı tornetle iniyor bağıra çağıra. Ben de biniyorum ama bir türlü duramıyorum, bilyası fırlıyor ve bir duvara tosluyorum. Gözümü açınca duvarda bir yazı: Yoksulluk Kader Olamaz!

Kader abla tuttu götürdü eve beni. Babaannem söyleniyor:” kız kısmısı tornete mi biner? çok ayıp…” Dedem sessiz ama kızgın. Ecza dolabından tentürdiyot basıyor yarama. Offf yaktı!

Yaktı beniii yaktı beniii…” Yan komşu Ümit Abilerden geliyor Ferdi Tayfur’un sesi. Nihal’le dedemlerin dış kapısında dikilmiş, enayi bir çiviyle duvara tutturulmuş bir levhayı okuyoruz:

Bu dünyada dost istersen Hz. Allah yeter

Mürşid-i Kamil istersen Hz. Kur’an yeter,

Bunlar da yetmez dersen nârı cehennem yeter…

Birden durduk, birbirimize baktık, Mürşid mi? Demek dedem babaanneme bu yüzden…Çok ama çok önemli bir keşifti bu ve kutlamalıydık. Balkonda buluşalım- dedim. Sessizce yatak odasına girip duvardaki perdenin arkasından iki Dido aşırdım ve balkona kaçtım . İkindi vakti Ankara ‘nın iğde kokusu sararken etrafı , dedem geldi sedirine oturdu ve – Mürşid bir kahve yap yanına da çikolata getir –dedi. Babaannem kurnazca güldü ve :

-çikolata kalmamış dede, galiba bir fare almış götürmüş! –

Benim aceleyle saksının içine soktuğum kâğıtları çıkarıp -işte geriye de çöpleri kalmış- deyince dedem –Vay namussuz fare vay! dedi . Dedem güldü , ben güldüm, Ankara güldü. Didoların tadı da damağımda kalmıştı valla…Şimdi ne zaman geçmişteki günlerden bir teselli arasam…

Ve işte arda kalan 

Bir avuç anı şimdi

Koyup da bir başıma

Bırakıp gittin beni...

****

90‘ların sonunda, köydeki evimizde yine esip gürlediği bir yaz tatilinden dönerken bir mektup yazıp koymuştum elif ba cüzünün arasına. Kısaca onları ne kadar sevdiğimi anlatan bir mektup. Sevgiliye aşk itirafı olur da dedeye nineye olmaz mı, ne kaybederim ki? diye düşünmüştüm yazarken…Hiçbir zaman o mektuptan bahsetmedi ama ben okuduğuna emindim.

Mektuptan yirmi beş yıl sonra yani iki yıl önce, köyde beraber geçirdiğimiz son bayramda- hadi iyi geceler -deyip tam ışığı söndürüyordum ki –gel bak sana bir hikaye anlatayım –dedi ayakucuna iliştim. Çocukluğundan, kardeşleri Raif ve Rafet amcalarla yaşadıkları maceralardan, bilmem kaç kilometre ötedeki köye yürüyerek gittikten sonra vardıkları yoksul bir evde bazlama hamurlarının üstünde oynaşan kedi yavrularından, eşekten düşüşünden, askerde yediği ilk dayaktan, düğününden sonraki yağmurdan, Ankara' ya gelen Amerikan yardımından, ilk kazandığı paradan, Ankara, Amasra, İstanbul yıllarından… İstanbul…

Kokun İstanbul gibidir 
Gözlerin İstanbul gecesi …

Yokluktan, varlıktan…Ada’nın ıslama köftesi ve yağmurundan. Anlattıkça anlattı, rahatladı, ay ışığı mı aydınlatıyordu odayı dedemin gülüşü mü ayırt edemiyordum. Dizimde ninniyle uyutmak isteğiyle doldum taştım.

Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

Yedi , on yedi, yirmi yedi, otuz, kırk, elli , atmış, yetmiş, seksen yedi yıllık kendinde iz bırakmış anıları anlatıyordu ben de hafızama alıyordum. Hayata dair nasihatlar da serpiştiriyordu araya, hepsi bende saklı akraba-i taallukat tespitleri de…

En son, bir gün deli bal yediğinde neredeyse öleyazdığını anlatırken o kadar güldü ki elini tuttum. Çekmedi. Eski dedem olsa çekerdi. Yeni dedem bir çocuktu artık. Bendeki gençlik onun dal gibi kurumuş kalmış ellerine geçsin, boş petek gibi duran yüreğine aksın istedim .

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yarin çıplak ayağına sür beni..

****

Dedem, hayatının son elli yılını benim de kırk yılına tanıklık ettiğim o bahçeli evde geçirdi.Adaya bize yatılı gelişleri, birlikte İstanbul gezilerimiz, köydeki yaz tatilleri ve hepsi hazine değerinde acı tatlı anılar... Keyfinin yerinde olduğu günlerde hayatına dair anlattıklarından anladım ki yoksullukla, hep çalışarak geçen bir ömrün asiliği ve ve asilliğiydi dedemdeki. Çok tanıdık bir his.Yakışıyordu da…Hele o öğütler..

Toplasam o öğütleri burdan köye yol olur...

Öfkelenince gri, gülünce yeşil, hüzünlenince ela gözlü olan dedem ki biz onu hiç ölmeyecek sanmışız, hayatının son yıllarını kendisi daha yaşlı ve yorgun olmasına rağmen Mürşidine bakarak ve onu iyileştirmeye çalışarak geçirdi. Yaşlandıkça kök saldı, limana yaklaştıkça Allah’a sığındı, camiden eve gelmek istemedi, kendini bilene dek Kabe’ye döndü.

Çocukluğumda nasılsın demeye korktuğum adam, her ziyaretimde daha da küçüldü, küçüldü , sonunda kollarımda sürekli ağlayan bir çocuk oldu. Ben ona sarılıp neden ağladığını sordukça, o bir tek şey söyledi; Çok yorgunum…

Çok yorgunum 
Beni bekleme kaptan 
Seyir defterini başkası yazsın 
Çınarlı kubbeli mavi bir liman 
Beni o limana çıkaramazsın …

 

****

Ölümünden bir ay önce son görüşümde mutfakta peynir kesiyordu.

-Bu keçi peyniri, tadına bak – dedi. Bir çay tabağında çekilmiş ceviz ve bir kavanoz da bal vardı. Ahh dedem.. Ahhh keçi inatlım, çetin cevizim, ahh deli balım,ateş dikenim…- Kahve içer misin ? dedim. Dur bırak dedi…

Dur,bırak. Kaynasın kahvenin suyu 
Bana İstanbul’u anlat nasıldı 
Bana Boğazı anlat nasıldı 
Haziran titreyişleri kaçak yağmurlar ardı 
Yıkanmış kurunur muydu yine o yedi tepe 
Ana şefkati gibi sıcak güneşte
İnsanlar gülüyordu de …


 

****

Dedeciğim, sen hiç gece yarısı denize girmiş miydin? Ben girdim. Cenazenden sonraki gün, senin olmadığın eve ilk girdiğimiz an. Önce kapının arkasındaki bastonun çarptı yüzüme, kim bilir en son ne zaman camiye giderken giydiğin ayakkabıların çelmeyi taktı yere kapaklandım. Boş yatağın tuttu saçlarımdan savurdu duvara, daha kendime gelemeden koltuğun karın boşluğuma sıkı bir yumruk indirdi kendimi yerde buldum kanlar içinde paramparça… Köşen boştu…

Daha dün geçmişten bahseder 
Kahveni içerdin aynı köşende 
Şimdi ise ne kaldı geriye senden 
Bir kara ıslak tümsek bir de taş bana 
Bir avuç altın öğüt mirasın bana …

Neden sonra koltuğa yığıldım, takvim yaprakların geldi sarıldı boğazıma. Vitrindeki fincanlardan kapkara kahveler taştı taştı tam boğuluyordum ki bir hıçkırıkla kendime geldim. Babam…

Yetmişine gelmiş babam yedi yaşında bir çocuk olmuş, yatağın baş ucuna oturmuş, -neredesin sen baba- diyerek ağlıyordu.

Ben babamı böyle ağlarken gördüm ya… İşte o an, ayrılık bandıralı bir şilep geldi ezdi geçti beni karanlık sularda. 91 yıllık ne kadar hatıra varsa sana dair hepsi can simidi oldu da birini tutamadım. Babam ağladıkça odada yükseldi sular, yükseldi yükseldi, artık nefes alamıyordum, duvardan duvara, odadan odaya çarptı beni babamın gözyaşları.Son nefesimi veriyordum ki bir küçük deftere tutundum, defter tuttu çekti beni kıyıya. Bir günlük. Senin günlüğün…

Dedeciğim günlüğünü buldum, 20 yaşında bir delikanlının kaleminden çıkan silik yazıları okudum ağlayarak. Beni ölmekten o silik yazılar kurtardı.Belin iki büklüm, camiye giderken giydiğin ceketin cebinden minik bir taş çıktı , bir de tesbih.

Lütfen okuyunuz “ diye not düştüğün takvim yapraklarını buldum, hava durumuna dair notlar aldığı kağıtları ( bu gün ilk kar yağdı, görülmemiş bir sıcak var vb), altını çizerek okuduğun kitapları tek tek okudum. Namaz, kul halkı, ana baba hakkı… Tamam,ben anladım ne demek istediğini…

Bir de mendil çıktı cebinden.

Unut beni unut arama 
Sakla bu mendili sakla 
Sende kalsın anarsan bir gün eğer 
Akarsa gözlerindeki yaşı silersin 

***

1926 yılının sıcak mı sıcak Mayıs ayında bir Salı günü , çamların kuşattığı bir köyde burçak yolarken gelinler, oğul oğul bal akarken çamlardan , kar suları çağıl çağıl aşarken dağlardan, yaylalarda mantarlar coşmuşken, köylünün tekmili birden Yukarıbahçeden başlayıp Güvercinboğazı' na kadar saran ebemkuşağını seyrederken, ikindi vakti sesiz sedasız bir bebek geldi dünyaya. Adını Kamil koydular. Sıcaklık 28 derece, ekmek 16 kuruş 30 paraydı

Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeğe elde fermanım mı var?
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeye dermanım mı var?

2017 , sıcak mı sıcak 23 Haziran Cuma Ramazan bayramına iki gün kala, bir fani dünyaya veda etti.Sıcaklık 28 derece, ekmek 1 lira 50 kuruş…

Ben senin ölüm tarihini yine senin günlüğüne not alırken vitrinden bana bakan resmini gördüm. Mürşid’in yanında, kutsal topraklarda ne de mutlusunuz.

Ve işte arda kalan bir avuç anı şimdi

Koyup da bir başıma bırakıp gittin beni...

Resmini babaanneme gösterdim, başını salladı, uzun uzun baktı sana, yaşlar süzüldü..İyi ki görmedin!

Sen yalnız değilsin , biliyorum neredesin.

Bu üzerdi seni yaşasaydın ve görseydin...

Sokaktan iğde kokusu geliyordu, Çankaya ışıl ışıldı, İstanbul ‘da balıklar şıkır şıkır, Ada’da yağmur şakır şakır, Amasra'da gökkuşağı pırıl pırıl, sen olsan "amma da yağdı mübarek Mürşid" derdin.

Bir teselli arıyorduk yokluğuna dair. Yok olmana rağmen bizim yaşıyor olmamıza bir neden arıyorduk. Hayata utangaç çocuklar gibi tutunurken ve resminden akan yaşları görerek…

Bir gün belki hayattan

 Geçmişteki günlerden

 Bir teselli ararsın 

Bak o zaman resmime 

Gör akan o yaşları…