Bu coğrafyada ve tabii ki Avrupa dışında uzun zamandır Avrupa-merkezciliğin çöktüğü iddiaları dolaşıyor. Özellikle Post-modern teoriler, buna benzer görüşleri geliştiren, bizleri bunlara ikna eden fikir kulüpleri oldular. Onları dinledikçe rahatlıyorduk. Öyle ya! Avrupa’dan başka dillerin, kültürlerin, medeniyetlerin olduğunu bilmemiz, hem de başka kültürlerin Avrupa kadar (eşit) değerde ve kıymette olduğunu bilmemiz, bizi neden tatmin etmeyecekti ki?! Nitekim Post-modern teoriler, Avrupa’dan daha ziyade Avrupa haricindeki yerlerde ve kitlelerde revaç buldu.

Kişisel bir tecrübe olarak Avrupa’ya gitmeden önce Avrupa merkezciliğin çöküşü hakkında mebzul miktarda makale ve kitap okumuştum. Bu makale ve kitaplar bende bir resim oluşturmuştu: Farklı kültürlere saygılı, farklı kültürleri kendileri gibi gören bir Avrupa resmi. İlk hayal kırıklığım bu konuda oldu. Demek bizim gibi ülkelerde anlatılan bilimsel masallar ile gerçekler birbirinden çok ayrı olarak, belki planlı olarak böyle kurgulanıyordu. Avrupa’da Üniversite çevresinde M.Foucault’u okuyan nerdeyse rastlamadım (bir elin parmakları kadar ). Siyah-kara kafalı olmak ve onlardan olmamak, korkunç bir psikolojik aşağılanmaya maruz kalmayı beraberinde getiriyordu. O kadar yoğun bir şekilde hissedilirdi ki; kimse bundan kaçamazdı. Bu durum, psikolojik algılamadan ziyade olgusal bir durumdu. Yani insanlar öyle olmadığı halde öyle imiş gibi, bir hisse kapılmazdı.

Her yerde dolaşan, elle tutulan bir Avrupa merkezci hayatı yaşamaya ve kabullenmeye zorlanıyordu. İşin tuhaf tarafı, Avrupa merkezciliğin öznesi olan sosyolojik sınıfla ilgili. Avrupa’da Avrupa merkezciliğini dayatanlar, eğitim seviyesi yüksek olan sınıftır. Şüphesiz halkta bu çok yaygın bir davranışa dönüşmüştür fakat Avrupa merkezciliği radikal biçimde taşıyanlar toplumun üst sınıfıdır.

Fransa’daki saldırılar, birçok farklı tartışmaları beraberinde getirdi. O tartışmalarda çok açık ortada olmasına rağmen Avrupa merkezcilik pek tartışılmadı. Nihayet Prof. Dr. Nilüfer Göle adeta Avrupa’nın bir sözcüsü olarak Paris’te Avrupa merkezciliğin yeniden inşasının “müjdesini” verdi.

Artık Avrupa bu saldırılardan sonra kendini dizayn edip değiştirecekti fakat ne hikmetse orada yaşayan Müslüman nüfuz ve tabii ki “diğerleri” bu değişimde aktör değildi sadece entegrasyonda yani uyumda bir ilinti olarak sürece eklenecekti. Tam da bu noktada şunu söylemekte fayda olmalı: Kendini her açıdan üstün gören Avrupa’nın genel olarak her alandaki çelişkileri, tutarsızlıkları; dolaylı ya da dolaysız olarak tahkir ve taz’if ettiği diğer kültürlerden fazladır. Avrupa ısrarla neyi iddia ediyorsa, o iddiasının sınanmasıyla, bu çarpıklık test edilebilir.

Tabii ki; Avrupa merkezcilik burada belirleyici olarak rol oynar. Demek ki; Avrupa merkezciliğin iki ana gösterge halinde gösterge alanlarına ayırabiliriz: ilki; kendi içinde, ikicisi ise; kendi dışında. Kendi İçindeki görünüşünde Avrupa’da yaşayan insanların özellikle Müslümanların yüzleştiği sorunlar ve baskılar yer alır. Bu konuda Avrupa yine tutarsızdır. Orada yaşayan insanların durup dururken bavullarını toplayıp zevk için oralara geldiği izlenimini vermek ister. Oysa hiç kopamadığı sömürge mantığı ve onun ürettiği ilişki biçimleri, insanları buna zorlamıştır. Entegrasyon onların deyimiyle bir “Yabancı” sorunu değildir. Avrupa’nın övündüğü ürettiği yapının bir sorunudur.

Bunu “Yabancı”lardan önce Avrupa çözmesi gerekir. Aklı selim de bunu söyler: Madem sen yaptın, madem Fail neden sensin, evvela hukuki ve ahlaki olarak sen sorumlu olmalısın. Ortaya çıkan bir şeyde; etken olan ile edilgen olan aynı olamaz. İkinci gösterge alanı olan kendi dışındaki göstergelerde ise; Avrupa’nın çarpıklığı, saklanamayacak bir boyuta gelir.

Güneş çamurla sıvanmaz bir haldedir. İnsanlar hemen Avrupa’nın sömürge tarihini hatırlar, internette bununla ilgili resimler paylaşır, Fransa’nın daha geçenlerde Libya’da yaptığı halen yapmakta olduğu, Afrika’da desteklediği guruplarla iki binden fazla insanın katledildiği…ve buna benzer binlerce şey, gözün içine içine batar. Lakin Avrupa dışındakiler, bilhassa operasyonlara maruz kalanlar bu tür şeyleri daha rahat görebilirken Avrupa içinde bu tür şeyler, rafine bir şekilde saklanır. Ancak bazı sıra dışı durumlarda gündeme gelir ve gündemden çabucak düşer.

Avrupa merkezcilikte başka bir tutarsızlık boyutu, bizim gibi ülkelerin durumunda yaşanır. Türkiye gibi hem Avrupa merkezciliğin çöktüğüne inanan hem de nerdeyse bütün sosyal ve kültürel değişimini yasalarını Avrupa’ya göre konumlandıran, Avrupa’ya üyelik için “Kapıda bekleyen” ve kapıda beklediğini (aynen bu ifadeyi) en üst düzeyde dile getiren bir ülke, kafa karışıklığı içinde meseleleri halletmeye çalışır. Oysa bir davranışı ortaya çıkaran tanımlama ve konumlamadır. Bunlar olmadan anlamlı bir fiil gösterilemez.

Şayet bizim durumumuzda Avrupa merkezcilik kabul edilirse; ortaya eskisinden daha saçma sonuçlar çıkacaktır. Vaziyet hem öyle hem de böyle olsun diyerek, sözde sentezci bir çözümle aşılmaya çalışılır. Gerekçe hazırdır; dünya zaten global olarak entegre olmaktadır. Bu kadar “ikna edici” tezler içinde, Avrupa’nın merkez olması ve merkez kalması nereye konacaktır? Sonra bu merkez dağılıyorsa, dağılan şeyin kapısında beklemek ne kadar anlamlı olacaktır? İnsanlık için olmasa bile hiç olmazsa bizim için geçerli olan şeyi bulacağımız ümidiyle mi kapıda kalacağız?!

Avrupa merkezcilik gibi kompleks bir yapı söz konusu olduğunda bu ve buna benzer yüzlerce soru yöneltilebilir fakat asıl sorun; dünya yeniden şekillenirken Avrupa merkezciliğin nerede duracağıdır. Şahsi kanaatimiz; Avrupa metafiziğinin ezberini boz(a)mayan hiçbir kültürün Avrupa merkezcilik karşısında şansı olmadığı, Avrupa merkezciliğinin değişmeyeceği yönündedir. Bu Ezberin nasıl bozulacağı ise, uzun bir fasıl…

NOT: Bu yazımızdan sonra AK Parti’nin Hayaletleri adlı yazıma devam etmek ve yazımızı ( 6.cısı) ile bitirmek niyetindeyiz.

Twitter: @servetkzlay