Yaşadığımız günlerde özellikle Türkiye’de ve Avrupa’daki siyasal gelişmeler, bizleri büyük bir fırtınanın ortasında bıraktı. Etrafta olup bitenleri anlamak için her defasında kafamızı çevirdiğimizde şekillerin ve renklerin birbirleri içine geçtiği, bulanıklaştığı bir resimle karşı karşıya kaldık.

   Öncelikle Başkanlık Sisteminin referandum süreciyle birlikte kısa süre zarfında ortaya çıkanlar, Başkanlık Sisteminin daha önceki teorik  ve tarihini unutturacak hava estirdi. Cereyan o denli keskindi ki; Avrupa görünür bir şekilde ilk kez seçim propagandasının aletine dönüştü. Ne olmuştu, ne oluyordu?

   Başkanlık Sistemi için referandumdan “Evet” ya da “Hayır” çıkmasından daha önemli olan şey, bunun Devlet bakımından yani siyasal sistem içindeki yeri ve aktörleri bakımından ve toplum bakımından yani farklı toplumsal düzeylerdeki algılamalar bakımından konumunun tesbit edilmesidir.

   Sınıflamamızı nasıl yaparsak yapalım ister Devlet kategorisi içinde isterse toplumsal kategoriler içinde değişmeyen şey ise, fırtınanın tüm katmanlarda kendisini hissettirmesi oldu. Demek ki; öncelikle bu kaosun yani karmaşanın (hiç olmazsa biz en alttakilere görünen yönüyle) bir kosmosa yani düzene kavuşması amacıyla olup bitenleri şayet yapabiliyorsak anlamaya çalışmalıyız.

   Tam da bu noktada yani Devlet bakımından meselenin (Başkanlık Sisteminin) nasıl göründüğü, algılandığı, kodlandığıyla ilgili çok farklı görüşler olsa da temelde iki esaslı tezin öne sürüldüğü söylenebilir. İlk görüş; Devlet aklının meseleyi devletin güvenlik konseptiyle “Bekâ sorunuyla” formüle edip Cumhur Başkanı Erdoğan’ı buna ikna ettiğini söyleyen görüştür. Bu görüşe göre; devlet aklı, her devlette olduğu gibi hükümeti (muhalefeti, parlementer sistemi vb) aşan kurucu ve yönlendirici bir irade olarak çalışır. Şayet bu kabul edilirse CB Erdoğan çok önemli olmayan  bir figüre döner.

   Onun yerinde herhangi bir kimse de olabilir. Bu görüşün devamı, Erdoğan’ın hem kendi hem de devlet için (kazan kazan anlayışı) faydalı görünen Başkanlı Sistemine “Evet” dediği şeklindedir. Bu ilk görüşün içinde yer alan bazı çelişik taraflarda mevcuttur. Zirâ aynı devlet aklı; bunu bir “Bekâ sorunu” olarak değil, bir “sistem değişikliği sorunu” olarak formüle etmiş gibidir (hiç olmazsa bazı mevcut haliyle). Dolayısıyla ciddi bir şekilde sistem ve aktörleri karşıtı olan “Hayır”da saf tutmuş haldedir. İlk görüşte ortak olarak çıkan unsur, devlet aklının karışıklığıdır.

   Aklı karışmış bir devlet, talepler, konumlandırma vardır. İkinci görüş ise; Devletin asla zar atmadığı, reyinin kesin olarak bir tarafa koyduğunu ve bunun “Evet” olduğunu iddia eder. Dolayısyla referandumdan “Hayır” çıksa da devlet kamuoyunun reyini fiili değiştirmeyi değil kendisini ona göre konumlandırmaya devam edecektir. Zirâ Türkiye büyük bir güvenlik tehditi altındadır, bölünecek, bölge ülkelerinin kaderini yaşayacaktır. Bu duruma direnmenin yolu, devletin kabuk değiştirirken yönettiklerinin gelecek olan felakete (senaryosuna) hazırlıklı olmasıdır. İşte CB Erdoğan’ı Avrupa’ya karşı keskinleştiren, Avrupa’nın da ona karşı keskinleşmesinin altında yatan şey, gelecek ve kaçınılmaz olan bu felakettir.

   Avrupa’nın izlediği bütün siyasal tepkiler (açıklamalar, hakaretler, Türkiye aleyhine çıkardığı yasalar, yürüttüğü “Hayır”cı propagandalar reklamlar..vb) bu ikinci görüşün içinde kesin karşıtlık olarak konumlanır.

   İkinci görüşün değişmeyen en önemli niteliği, bütün kurgunun "güvenlik konsepti” üzerine kurulmuş olması ve geniş kitlelerini bunun üzerinden konumlandırmasıdır. Öte yandan bu görüşte şöyle bir çelişki yer alır: Avrupa’nın açık olarak yürüttüğü “Hayır” kampanyası ve “Erdoğan’a karşı nefret söylemi” iç kamuoyunda yani sandık başına gidenler için tam tersi bir sonuç ortaya çıkarmayı daha kuvvetli bir şekilde sağlayabilir yani ortada bir ‘kontra siyaset’e hizmet eden bir durum olduğu söylenebilir.

Güvenlik politikaları ne yapar?

Bizleri bunca sert esen fırtınanın içinde ilgilendiren asıl ilgilendiren şey, çok daha derinde durur. Modern devletlerin en kullanışlı aleti olan ‘Özgürlük/Güvenlik karşıtlığı; siyaset felsefesi üzerine kafa yoranların uğraştığı fakat işin içinden çıkamadıkları (aşılamayan), bizleri de (yönetilenleri) Pavlov’un köpeğine çeviren bir meseledir. Bilhassa güvenlik politikaları daha keskin şekilde işler.

   O çalışmaya başladığında; esir alamayacağı toplum, siyaset, siyasetçi hatta en üstteki Bakanlar, Başbakanlar, Cumhurbaşkanları kısacası kimse kalmaz. Herkesi çok kısa zamanda ve ikna ederek esir - teslim alır. Herşeyi çok kısa zamanda ele geçirir ve sağlıklı düşünmeye düşmanlık içinde ilerler. Güvenlik konsepti etrafında oluşan bir söylem konuşmaya başladığında herşey susar. Uyanık bazı kimseler Özgürlük/Güvenlik karşıtlığını, insanın temel psikolojisiyle açıklama gayretindedir.

   Yani buna göre; yeni doğmuş bir çocuk iki şeyi doğal olarak talep eder: Mama-açlık yani özgürlük ve anne kucağı yani güvenlik. Oysa devletlerin yaptığı siyasette kullanılan şekliyle bunlar birer numaradır, işlevsel ve mahiyet olarak çok farklı şeylerdir.

   15 Temmuz Darbe girişimi ve bilhassa kamuoyunda “Fetö” olarak bilinen olgu, aslında bütün felaketliğine rağmen bizlere tekrar düşünüp daha geniş bir ufuk kazandırabilirdi fakat bizler “doğal olarak” yani süren olayın sıcaklığıyla, güvenlik konseptine sıkışıp kaldığımız için yeni bir siyaset imkanını, kendimizi yeterince konumlandıramadık.

   Bu konuda genel olarak İşin en ilginç yanı, İslâmcıların devlet mekanizmalarında söz sahibi olduklarında ortaya çıktı: Devletin refleksini daha keskin bir aidiyetle ele alan ve herşeyi -yine olduğu gibi- güvenlik politikaları üzerinden okuyan, alemi bu gözle  gören aslında yabancısı olunmayan bir zihniyet ortaya çıktı. Suriye politikasında ortaya çıkanlar (yıkım, kan, vahşet, sonsuz hüzün…vb) güvenlik politikalarının ürettiği en iyi sonuçlardan biri oldu. Yeni bir Siyaset felsefesini kuracak olan şey ve onun kurulacağı en yüksek yer, Özgürlük/ Güvenlik dikotomisini insanlık için farklı şekilde formüle ederek aşan bir düşünce olacaktır.

Twitter: @servetkzlay