…İstanbul benim canım;

Ankara’yı sevdiğim kadar severim seni İstanbul…

Ankara Anadolu’nun yüreğidir sen dünyanın.. Sende doğmadım ama sende tanıdım yaşamak denen tiyatroyu. Sen canımız istediğinde ailece trene binip gittiğimiz akşama da son trenle döndüğümüz koskoca bir panayırdın çocukken. Rengarenk, eğlenceli, şakacı. Tünel, balık ekmek kokusu, çiçekçiler, elimizdeki simidi güvertesinden martılara attığımız vapurlar… Bir çocuk için unutulmaz anılar… Üniversitedeyken en genç, en heyecanlı en sevdalı dört yılımı senin sokaklarında caddelerinde geçirirken ama en çok da son trenden Haydarpaşa’da inip son vapurla Karaköy’e geçerken tam Kız Kulesi’nin ışıkları yandığında sevmiştim seni. O akşam daha çok sevmiştim. İstiklal’de elimde kitaplar Asmalı Mescid’den geçerken sana vurulmuştum…

Ahhh İstanbulum! Şimdi Ankara’m gibi seni de mi vurdular?

Sana ne söylesem avunursun İstanbulum?

10 bin 500 yaşındasın.

Daha on binler yaşa desem çok mu yorgunsun?

Cilalı taş devri yaşanırken ve sen bir gölken henüz ve o gün yaşayan insanlar, çanak çömleklerini cilalayıp senin eşsiz güzelliğini ve az öteden geçen bir fili seyrederken, devir ne kadar değişti diye hayıflanmışlar mıydı acaba?

Hain bir mızrak, mikroptan ölen bir bebek, tasta kişniş, tam buğday ve vişne… Senin ilk halkın hakkında bunları öğrendik daha yenice… Antik Yenikapı`daki batıklardan birinden çıkan amforaların içinde tuzlanmış hamsi balıklarına rastladık. “Eski İstanbullular” şimdiki hemşehrilerinden daha bol balık yemiş, daha sade ve mutlu(mu) yaşamış, fil görmüş mesela, kadınları yakutlar zümrütler takmış takıştırmış… Geçen senelerde denizin altından geçecek bir taşıt için kazı yaparken senin ulaşabildiğimiz en alt katmanlarında ahşap bir tarak bulduk üstünde işlemeler ve süslemeler bulunan. Ne sevindik sorma… Ama sevincimiz kursağımızda kaldı çünkü tarağın orta yerinde, "Ey Tanrı, yardım et!" yazıyor. Neydi 10 bin yıl önceki İstanbullunun derdi, yardım dilediği Yaradan bilir tabii. Ahhh İstanbul diyelim o zaman yine atalarımızın anısına…

Gotlar, Vandallar, Lombardlar, Franklar, Jütler ve Saksonlar gibi "barbar" kavimler, sana saldırmıştı da binlerce yıl nice akınlar nice savaşlar gören sen için için ahh edip yine de yıkılmamıştın… Binlerce yılda binlerce kez “ateş saçan yedi başlı ejderha” seni yakıp kül ediyordu. Yangın ve yanmak senin kaderindi sanki ve sen küllerinden yeniden doğuyordun…

Binlerce yılda binlerce akın, savaş, hastalık, isyandan sonra bir Mehmed uzatmıştı ya sana elini .Sen de hasretle tutmuştun… Peygamberimizin “İstanbul elbette fetholunacaktır, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir“ diye müjdeleyen Hz. Halid Ebu Eyyub El Ensari‘nin müjdelediği kumandan Fatih Sultan Mehmed, “Buradan gitmekliğim kabil değildir, ya ben şehri zaptederim ya şehir beni ölü veya diri olarak zapteder” deyip ilk cumayı Ayasofya’da Kabe’yi karşısında görerek kıldırdığında sen ne mesud olmuştun… İlk laleler o zaman mı açmıştı? Ahh amber laleler, derviş laleler, yıldız laleler, hançer laleler aşkına! İstanbul aşkına!

Sen hala dünyadaki bu kadar kötülüğe, kahpeliğe, barbarlığa direniyorsan, Peygamber Efendimizin , “Ashabımın her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü önder ve nur olarak diriltilecektir” dediği evliyalar, erenler yüzü suyu hürmetinedir. Aziz Mahmut Hüdâi’nin, Yahya Efendinin ve Yûşâ’nın hürmetinedir. İşgalde senin uğruna, cihad uğruna şehid olmuş gencecik erlerin hürmetinedir.

Süleymaniye’yi senin avuçlarına bırakan, ay ile güneşi bir caminin hulyalı bakışında kavuşturan Sinan aşkına! Sinan‘ı çekip alsam senden, peşinden laleler de gider, deniz kalkar gider peşi sıra, erguvanlar terk eder şehri, kediler, bulutlar martılar, Kız kulesi yakamozlar, adalar, mehtap da kalkar gider… Aşk da çıkar gider… Bunlar olmasa sen olur musun İstanbulum? Sen olmasan dünya olur mu?

Akif son nefesini İstiklal’de Mısır apartmanında verirken sen yene hüzünlü ama umutluydun İstanbul. Mehmed Akif’in ölümünden tam üç yıl sonra Nazım, “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime” diyordu Tevkifane avlusunda… Dizeler, şiirler, şairler aşkına!

Seni seviyorum İstanbulum, suçlamadan, sorgulamadan, küsmeden, kırılmadan. Dolmabahçe’de son nefesinde Ata’m bile küsememişken sana, Hikmetinden sual etmeden seviyorum seni…

Senin bu en yaralı en yalnız en acılı günlerinde ben yanındayım mavi gözlü küçüğüm korkma… Yedi değil yedi bin tepen de yerle bir olsa, dağılsan , yansan, yıkılsan da ben buradayım. Elini uzatsan tutacak kadar yakınım sana, yanağını uzatsan şimdi gözyaşlarını öpebilirim…

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;

Ay ve güneş ezelden iki İstanbullu’dur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;

Vatanım da vatanım...

İstanbul,

İstanbul...

N.F.KISAKÜREK…