Her yaz olduğu gibi o yaz da önce Ankara’ya babaannemlere, bir kaç gün sonra da Sabri Dedemi ve annemin akrabalarını ziyarete Kırıkkale’ye gitmiştik. 83 mü 84 mü bilemiyorum. Hatırladığım, çok sıcak bir havada Ankara Gar’dan bindiğimiz trenden Kırıkkale’de istasyona inince yüzümüze çarpan sarı bir sıcak ve yol mu tarla mı olduğu belli olmayan tozlu sokaklarda elimizde valizle yürüdüğümüzdü.

Kırıkkale…Bizim için Türkiye’nin en doğusuydu zira Ankara’nın bu küçük ve tozlu ilçesinden daha doğusuna hiç geçmemiştik. Sıcak ve kayısı ve de üzüm kokan, evlerin bahçelerinden buram buram tarhana ve salça kokusu gelen adı gibi kırık dökük mahalleler ve iplere dizilmiş kırmızı acı biberli, sardunyalı balkonlar…

İlk günümüz Sabri Dedemin evinde bizi hasretle kucaklayan teyzem, çocukları ve diğer akrabalarla dolu dolu geçer, dedemin elleriyle pişirdiği karnıyarıklar, sütlaçlar yenilip büyüklere bir rehavet çökünce biz çocuklara gün doğardı. Tek isteğimiz Suzan Teyzemin evinde kuzenlerle kalabilmek ve sabah ezanına kadar yatakta fısır fısır konuşmaktı. Yılda sadece bir kez ve yalnızca bir gece hasret gidermek için beş kız çocuğu yalvar yakar olur babamı ikna edince de sevinçten deliye dönerdik… Ne mi konuşurduk?

Neler oluyor hayatta?

Bir de şu ruya gerçek olsa olsa

Sabah olup uyanınca

Her şey yine aynı kalsa…

****

Bu ziyaretlerimizden birinde teyze kızı Semra mutfakta patates kızartıyor bir yandan da salondaki vitrinde baş köşede duran teypten gelen şarkıya eşlik ediyordu. Şarkıyı söyleyeni tanıyordum, Neşe Karaböcek. Şarkıyı ise ilk kez duyuyordum:

Yazıklar olsun, yazıklar olsun 
Kaderin böylesine, yazıklar olsun 
Herşey karanlık, nerde insanlık 
Kula kulluk edene yazıklar olsun. …

Bu ağdalı, hayata ve dünyaya meydan okuyan şarkıyı sevmemiştim. Ne demek batsın bu dünya! Kur’an kursundaki hocamız Allah’a karşı gelmenin , kendimizi, ailemizi ve dünyayı beğenmemenin küfre girdiğini söylemiş, yok baştan yarat ellerimi, yok kaderimi baştan yaz, yok olmadı beni baştan yarat gibi sözler edersek o dilimizin ruzi mahşerde kızgın yağlarla….

Cossssssssss…..Semra hamurları önce kızgın yağa atıyor, hamurlar tavada çabucak genişliyor hemen göz göz açılıyor sonra da havaya doğru kabararak kocaman bir yuvarlağa dönüşüyor, en son da çatalla tepsiye gidiyordu.

Semra ortaokula yazılmamıştı onun için üzülüyordum ama nakış kursunda nasıl eğlendiğini dinledikçe ve mutfaktaki maharetlerini gördükçe ona imreniyordum da…Teyzem anneme Semra’nın çeyizini gösteriyor, annem dantellere hayranlıkla dokunuyor, Afet Hala kızı Hafize’nin, kanaviçeleri, ara dantelleri, küstüm yastıkları, vitrin takımlarını açtıkça annem kendinden geçiyor bana da manidar bakışlar atıyordu.

Ben anlıyordum ne demek istediğini. -Kitabı bırak dantel ör! Teyzeme de beni –eline bir tığ almıyor – diye şikayet ediyordu.

Her nefeste, bin sitem var 
Şikayetim Yaradana, şikayetim Yaradana…
 

****

Düğün var dedi annem . Havalara uçtuk. Adadaki Mutlu İnsanlar Sokağındaki Lokal’de her hafta sonu düğün olurdu ve mutlaka çocuklar gider seyrederdik ama Kırıkkale’deki düğünler bambaşka olurdu. Bir kere öyle kapalı salonlarda değil mahallenin içinde evlerin bahçelerinde ya da sokağın ortasında oluyordu düğünler. Elvan gazoz ve kuru pastayla da geçiştirilmezdi.

Şaşıran sen mi yoksa ben miyim bilemedim…

Bir köşede koca kazanlarla düğün yemeği kaynıyor, mis gibi çorba, et yemeği, pilav, masalarda maşrapalarla erik kompostosu, testilerle buz gibi ayranlar, tepsi tepsi su börekleri, karpuzlar, gözlemeler, bazlamalar iştahla yeniliyordu. Daracık sofraların gönlü geniş insanları bu kıraç toprakların bereketine cevaben minnetle düğün yapıyordu…

Ve….Müzik!

Sesss sesss bir kiiiiiiiideneme,birkiiiiiiiiii…sessssssssess sesssss cıkkkcıkkcıkkk deneme sesss

İki bağlama, elektro saz ve davuldan oluşan saz takımı, uzun hava ve bozlaklarla başladığı müziği bir anda hareketlendirir, mor saten gömlekli abi ağlamaklı çehresini değiştirir ve,

- hadi bakalım goçlarr hobbaaa -diye davetlileri oyuna davet ederdi. “Oy Farfara Farfara”yı duyan delikanlılar hemen meydana çıkar, miskete başlar, genç kızlar onlara katılır, yeni gelinler önce nazlanır sonra kendilerini müziğe bırakırlardı. Ben gözlerimi kınalı ellerinden ve altın bilezik dolu kollarından alamaz bir yandan da gençlerin masasından gelen anason kokusuyla kendimden geçerdim.

-İçmeden oyy oyy sarhoşem oyy oyyy derken …Pat pat pat!!!

Peşpeşe silahlar atılır, delikanlılar ellerinde tabancalarla ortaya gelir,

-Ayrıldım Güler miyim de ayrılık diler miyim ? eşliğinde kollarını kartallar gibi açarak adeta uçacak gibi oynarlar, kalabalığın içinden bazı genç kızlar da iç çekip onları alkışlardı.

Sivri burunlu rugan pabuçlarını yere vurdukça Angaranın goçları, toz dumana karışır, hava karardıkça ufukta , Rafineri’nin ışıkları erkek evine asılı Türk bayrağını aydınlatır, gururlu damat mahçup geline kol kanat gerer, saçları kınalı yaşlı teyzeler de Kadifeden Kesesine alkışla katılırdı…Kadın-erkek, genç-yaşlı, halaya durmuş bir dünyayı seyreder ve çok mutlu olurdum…

Sakın batmasın bu dünya!

***

O gece düğünün en güzel anında müzik değişti ve ilk kez duyduğum enteresan bir şarkı başladı. Daha da ilginci oynamayan ne kadar misafir varsa kadın .çocuk fark etmez elleri havada zor attı kendini meydana…

Giydiğim atlas
İğneler batmaz
Yar bensiz yatmaz hacı cavcav
Ohhh Canıma değsin…

Hacı Cav Cav kimdi bilmiyordum ama türkü o kadar hareketliydi ki herkes oynuyordu. Delikanlılar Kalecik üzümü gibi dane dane ter döküyor, neş’e ve mutluluk Kızılırmak gibi damarlarımda dolaşıyor, Semra ve Hafize bizi de çekince piste, hep beraber oynarken bir yandan da ezberlemeye çalışıyordum;

Şişeleeeerrrrrrrr
Lingo lingo lingo şişeler
Irakı mı içtin sen bensiz
Çamura mı düştün a densiz
Yar yar yar yar yar yar aman…

***
Yıllar yıllar sonra, bu sene peş peşe katıldığım asker uğurlaması, düğün ve kınalarda oturduğum yerden oynayanları seyrederken birden bire…

Şişeleeerrrrrrrrrrrrrr….

Ansızın yıllar önce olduğu gibi hafif bir üzüm ve anason kokusu geldi burnuma aslında düğün alkolsüzdü, uzaklarda ışıklar yanıp sönüyordu ve herkes hipnoz olmuş gibi piste atmıştı kendini. Seyrediyordum.

Şu en az yüz kilo olan bilmemneteyze görümcesigillerle küs değil miydi? Şimdi lingo lingo diye karşılıklı oynuyorlar.. E şu “ah hacı cav cav” derken gerdan kıran mini etekli kız karşısındaki türbanlı hanım teyzeye az evvel ülkeyi terk edip gitmekten bahsetmiyor muydu? Ohhh yandannnn… diyerek elleri havada asılı duran göbekli amca da son zamlar ve dış politikadan muzdaripti ama maşallahhh lingo lingo…Şu STK başkanı ve bir kaç muhalif gazeteciyi elleri havada şişeler derken görmeliydiniz. Oturmaya mı geldik ayol…diyen birkaç eşli olduğu bilinen bürokratları anlatmayacağım…

Küsler, dargınlar, limoniler, milliyetini reddedenler, akrabasına ya da ülkesine küfredenler, ya da onu deniz zannedenler, dindarlar, ateistler, zenginler, fakirler, malı götürenler, babam sağolsun’cular, borçlular, alacaklılar şartlı tahliyeler, polisler…Hepsi bir sahnede çıldırmışçasına aynı sözleri söyleyerek ve ellerini havada sallayarak bu dünyaya insanlık dersi veriyordu….

Lingo Lingo Şişeleerrrrrrrrrrr….

Şişeler bitince aniden büyü bozuldu, suratlar asıldı, sanki silah zoruyla oynamışlar gibi kös kös yerlerine oturdular .Artık sihir gitmiş, kimse kimseyi tanımaz haline geri dönmüştü…Gözlerim yanıyordu sanki yıllar önceki o düğün evindeki acı biberleri tutuğum ellerimi gözüme sürmüşüm gibi…

Müzik değişmiş, hayatı tesbih yapmış sallayanlara gün doğmuştu…

***

Peki ya terör, Suriye, Arakan, dış borçlar, eğitim sistemi, şehitler, gaziler, tecavüzler, orman yangınları, boşanmalar, hastalar, hastaneler,depremler, miras kavgaları...

Siz de mi gözünüze acı biberli ellerinizi sürdünüz?

O vakit size gelsin çocukluğumun bu şarkısı,

Daha güzel daha mutlu daha adil, sevgi dolu bir dünya için,

Barış için, insanlık için

Batsın Bu Dünya…