1 Eylül 2016

Hayatımın en sıkıntılı, en zorlu ve en kısa tatili bitmiş, memleket yangın yeri, birbirimize selam vermekten korkar olmuşuz. Doğru dürüst şeftali bile yiyemeden, ikinci kez enginar pişiremeden yapraklar dökülmeye başlamış. Memleketin de, ağzımızın da tadı yok. Hiç mi güzel bir şey yok derken… Sahi bayram geliyor…

….Bütün dünya buna inansa bir inansa

Hayat bayram olsa …

2016’nın nazlı Eylülünün limonata gibi bir akşamında arabamın radyosundan taşan bu şarkı beni bir anda geçmişe sürükledi, hızla gittim maziye…

30 yıl önce…

Ben bir yandan şarkı söylüyor bir yandan da lojmanımızın koridorlarındaki mozaik zemini faylıyor, arada radyonun sesini iyice açıyordum. 30 yıl önce, “Mutlu İnsanlar Sokağı” yani Yayla sokakta, numara 19’un penceresinden yayılan şarkı bütün sokağı çınlatıyordu:

Şu dünyadaki en mutlu kişi mutluluk verendir

Şu dünyadaki sevilen kişi sevmeyi bilendir

Bütün dünya buna inansa bir inansa

Hayat bayram olsa …

**********

İşte yine bayram gelmişti ama ilginç olan bu bayramı her zaman olduğu gibi unutulmaz bir tren yolculuğundan sonra Ankara’da değil de Ada’da geçirecek olmamızdı. Babamın vazife gereği geldiği, tek bir akrabamızın olmadığı ama çok sevdiğimiz dostlarımızın bizi sevgiyle teselli ettiği bu gurbet ellerde hem bayram geçirecek hem de kurban kesecek olmak çok ilginç gelmişti bana ve kardeşlerimize. Ben durumdan memnundum zira arkadaşlarımın bayramını gözlerimle görecek hem de arefe günü çarşıya çıkıp babama istediğim kırmızı rugan ayakkabıları aldırabilecektim.

Arefe günü… Avizemizin kristallerini de tek tek sildikten sonra salona şöyle bir baktım, her yer ışıl ışıldı, annem mutfaktan abime seslendi: Zafeeer, bakkaldan çamaşır suyu al!

Abim apartmanın önünde sanırım misket oynuyordu, koşarak geldi, buzdolabının üstündeki yeşil cam kaseden bir avuç bozukluk aldı ve gözden kayboldu. Beş dakika sürmedi bir elinde Tipitip bir elinde naylon bir kapla geri geldi. Akif çamaşır suyu. Fesli, bıyıklı bir İstanbul efendisi vardı ambalajında ve altında da anlamını bilmediğim bir yazı: Alameti farikası... Ben resmi Ömer Seyfettin’e benzetir, neden bu resmin basılı

olduğunu anlayamazdım. Kaç kuruştu acaba? 100 mü, 120 mi? Geçmiş zaman bilemiyorum şimdi…

Arefe günü tepsi örtüleri kolalanıp ütülendiyse, merdaneli makinada tüller yıkanıp asıldıysa ve banyolar da Akiflendiyse ev bayrama hazır demekti. Sırada biz yani çocuklar vardı.

***********

Baba, Anne, Abi, iki kız ve elimizden tutmuş küçük oğlan çocuğu… Sarıdurak’ta güneşin altında bir saate yakın dolmuş bekler, lojmanlardan harıldayarak gelen, camları basık, en fazla on kişi alabilecek ama yirmi kişi bindiğimiz dolmuşa doluşurduk. Bozuk paralar arkadan öne elden ele dolaşır, mavi gözlü sarışın, bitirim bir genç tesbih koleksiyonu, Maşallah yazıları ve Orhan Gencebay posterleriyle süslediği ekmek teknesinin gazını kökler, biz yolcular altımızdaki kalın muşamba koltuklarda sağa sola kayar, bozuk yolda hop hop hoplardık. Çarşıya gitmenin en güzel yanı evde dinleyemediğimiz arabesk şarkıları son durağa kadar dinlemekti. Şoför: “Vagon’da incek var mı?” deyince, “evet evladım” derse bir teyze, yolculuk uzayacak diye çok sevinirdim.

“İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız” biter, Vagon yolunda inenler olur, hastane civarında şoför, sol eliyle direksiyonu çevirir sağ eliyle ustaca kasedi değiştirir bir başka ses dolmuşa yayılır, bir şarkı biter bir başka şarkı başlardı. Ümit, Selda, Cem, Orhan derken istasyonda aniden durur dolmuş, kasetçaları tak diye kapatır şoför, sarsıntıyla yolcular birbirinin üstüne düşer, arka camdaki ağlayan çocuk posteri, orlondan örülmüş karpuz dilimleri ve mısırlar arasından güler sanki bu halimize ve son sözü muavin söylerdi: Son durak beyler!

Sümerbank ilk adresti. Ben büyüdükçe Sümerbank’a girmemekte direndim babam da malları çok kaliteli diye girmekte. Oysa ben kaliteli değil arkadaşlarım gibi kırmızı, fiyonklu rugan ayakkabılar istiyordum. Tabii ki “Uzun Çarşı” turu var mı hala farkında değilim. Kuzulu Sümer, Balıklı Sümer, Nuri’den kurukahve, Gülseven’den portakallı jöle, badem şekeri, Çorapçı Kardeşlerden ponponlu beyaz çorap, babama Ömer’den pijama ve mendil. YKM’ den önce bize kıyafetler sonra anneme yılan derisi ayakkabı, çanta ve eşarp. En son, istediğimiz ayakkabılar da Nuh Beybi‘den alınır her çocuk kendi bayramlığını kendi taşırdı. Taşıyamayacağımız yükler yoktu yani sırtımızda…

Ahh çocukluk!

Sıcaktan ve poşet taşımaktan bitap düşmüş çocukların haline acıyan babam -hadi dondurma yer misiniz ? deyince birbirine bakıp gülen biz… Şemsiyeli Park’ta turuncu şemsiyenin altına oturur, renkli mika kaplarda gelen dondurmayı plastik kaşıkla güle oynaya yer, masanın altından ayaklarımıza vurmaca oynar, Hayat dergisine göz atar, kahve kokusuyla sarhoş olur, bayramın, aile olmanın, çocukluğumuzun tadını doyasıya çıkarırdık.

Cam eşyalara pek düşkün babam Paşabahçe’den yeni bir şekerlik alır kolonyacıdan kolonya doldurtup Bulvar ya da Bayraktar markette son alışverişi yapar ve yine İstasyon’dan bindiğimiz dolmuşla akşam ezanı eşliğinde sevinçle Yayla Sokak’a dönerdik.

*************

O bayramın arefe akşamı babam bir keçiyle geldi eve! Evet evet bir keçi. İlkokul kitabında resmini gördüğüm, köprüde inatlaşan keçilerden biri bizim vişne ağacına bağlıydı. Boynuzları, tıpatıp benim saçlarım gibi kıvır kıvır tüyleri, sakalı. Haberi alan çocuklar doluştu bahçemize. Dokunamayanlar, okşayanlar, sakalını, kuyruğunu çekiştirenler. Keçi sıkıldı bu yoğun ilgiden birden geri geri gidip hızla koştu üstümüze, ipe bağlı olduğunu unutup çığlıklar atarak kaçıştık hepimiz, benim ayağım takıldı ipe yere kapaklandım, dizim kanamıştı, çitten bir sarmaşık yaprağı bastım yaraya, baktık ki ip izin vermiyor gelemez, başladık kahkahalarla gülmeye. Alkışlarla etrafında dönmeye başladık. Dizim kanıyor, avuçlarım sızlıyor ama biz neşeyle keçinin etrafında dönüyorduk. Dünya dönüyordu…

Arefe gecesi annemler yatmıştı. Sanırım abimle radyodan kasete şarkı çekmek için uyumamıştık. Nihal ayakkabılarını başucuna koymuştu. Serhat; kara gözlü bir melek çoktan uyumuştu. Modern Talking’den Cherry Cherry Lady çıksın da kaydedelim banta diye beklerken son kez baktım odamın camından. O da ne? Keçimiz ağacın yarısına kadar çıkmış çatur çutur vişnenin dallarını yiyordu. Gülümsedim. Sonra içim burkuldu. Pırıl pırıl yıldızlı bir gecede, ay gökte hilal, keçinin ağzında yeşil dallar, radyoda yine aynı şarkı:

…Şu dünyadaki en güçlü kişi güçlükten gelendir

Şu dünyadaki en bilge kişi kendini bilendir…

*********

Bayram sabahı babamla abim namazdayken ben televizyonu açardım, Mustafa Kandıralı ve saz arkadaşlarının bayram sabahı çiftetellisi eşliğinde kahvaltı masası hazırlanır annem mutlaka bahçeden topladığı pembe gülleri vazoya itinayla yerleştirirdi.

…Güller ve dudaklar şimdi

Ne kadar acı ve gizli…

Ahhh o güller! Bir daha hiçbir zaman o kadar pembesini o kadar keskin kokanını görmediğim güller, ahh dikeni bile özlenen güller, ahh o gül kokulu günler…

Ailece neşeyle kahvaltı ederken ilk çatapat sesi geldi karşı apartmandan. Sonra bir daha bir daha. Çatapatlara kız kaçıranlar, karpitler eklendi, ceplerde şekerlerle misketler birbirine karışmıştı, kapı kapı dolaşan çocuklar Muzo’dan aldıkları elma şekerlerini yerken kurbanlıkların sesiyle bir anda sakinleşti ortalık ve herkes kurbanının başına, bahçesine döndü. 32 Evlerden gelen silah sesleri haber verirdi kurbanların kesildiğini. Tak tak tak!

Vişne ağacından gelen sese hepimiz koştuk. Bizim keçi boynuzlarıyla vişne ağacına tos yapıyordu. Tak tak tak… Ben babamın itinayla bilediği bıçakları görünce hemen kaçtım oracıktan. Abim korkak der gibi baktı arkamdan. Göz ucuyla da kurbanın gözünün bağlanacağı temiz mendile baktım. Kurbanın bile bayramlığı vardı…

Ayfer çıktı karşıma püsküllü Kızılderili elbisesi giymişti. Çok güzel olmuştu. Yoook niye kıskanayım, çocuk muyum? Almanya’dan amcam getirdi dedi çikolata verdi bana. Ben daha erken diye kırmızı ayakkabılarımı giymemiştim pişman oldum Ayfer’e gösteremedim diye. Olsun dedim içimden akşam giyerim görür.

İçim sıkkındı. Aklımda geceki görüntü vardı: Ayışığında dalları yiyen keçimiz.

“Kesmeseler keşke” dedim. “Neyi?” dedi Ayfer. “Keçiyi” dedim, kesmeseler keşke…

Esra söze girdi hemen. “Olmaz kesilecek!” dedi. “Neden ki?” dedim

“Eğer kurban kesilmeseydi ağabeylerimizi keseceklerdi akıllım… Allah ne derse o!”

Esra mahallede hacca hem de kendi arabasıyla gitmiş Hacı Ferhat Amca’nın kızıydı. Ondan iyi mi bilecektik?

Hadi o zaman komşuları gezelim dedik, Lokalden Elvan gazoz aldık birer tane, ben keçiyi unutmak için şarkı söylemeye başladım, kızlar da benimle beraber söylüyordu:

İnsanlar el le tutuşsa birlik olsa uzansa sonsuza…

Hayat bayram olsa…

*******

Bayram akşamı mutfaktan gelen kavurma kokuları, beş dakikada bir çalan kapı, salonda şikemperver misafirler, misafirverper annem, babam arası şekerrenk olanlar bile neşeyle sohbet ediyor, tabaklarda bol cevizli tel kadayıf. Televizyonda Mustafa Yolaşan ve Canan Kumbasar’ın sunduğu bayram eğlencesi. Can Etili söylüyor, “al yeşil giymiş leyli leyli…” Annem sesini aç diyor, türküleri seviyor. Her bayram taktığı pembe incisini takmış, sadece bayramlarda misafirlere ikram ettiğimiz sigaralardan birini yakıyor, bir nefes çekiyor. Annem Ada’da bir yabancı. Gurbet ellerde bir garip genç kadın. Bizden başka kimi var diyorum, dizine koyuyorum başımı… Nurhan Damcıoğlu çıkıyor şimdi de, ben kalender meşrebim… diyor. Ben bilmiyorum kalender ne demek, meşrep ne demek? Olsun. Neşeli bir şarkı. Söyleyen mutlu, misafirler mutlu. Gözlerim kapanıyor, avizenin ışık oyunlarıyla dalıyorum uykuma, vişneden aynı ses geliyor sanki tak tak tak… Pembe güllerden bir meltem esiyor geliyor saçlarıma açık camdan girip. Annemin pembe incisi benim olsun büyünce diyorum.

Büyümek iyi bir şey sanıyorum. Bilmiyorum ki kızların kaderi annelerine benzer. Yıllarca Ada’da gurbette yaşayacağımı bilmiyorum o zaman. Sadece şarkılar.

İçimde aynı şarkı:

Hayat bayram olsa…

*********

30 yıl sonra…

Uzunçarşı’da yürüyoruz.

Anne, baba, çocuklar ve torunlar…

Birden etraf toz duman oluyor, insanlar, görüntüler karışıyor birbirine hızla, otuz yıl önceki biz oluyoruz. Aaaa babamın gençliği yürüyor önümde. Açık gri ceketi, omuzları dimdik. Babamın her adımda saçları tel tel siyahlaşıyor. Annem lacivert triko hırkası, yarım taktığı minik eşarbıyla gencecik haliyle elimden tutmuş, Nihal’in saçları keçi kız yine babamın elinde. Abim Serhat’ın elinden tutmuş en önde yürüyor, leblebi şekeri yiyorlar.

Rüya gibi…

Tak tak tak… Dönüp bakıyorum arkama. Küçük kıvırcık bir kız gülüyor bana. Ahhh çocukluğum peşimde! Göz kırpıyor, sus işareti yapıyor, tamam diyorum. Peşpeşe yürüyoruz Uzunçarşı’da. Kahve kokusu, çıtır simit susamları, ay çörekleri, güvercinler, bütün anılar koşuşuyor etrafta. İtişip kakışıyorlar adeta beni de hatırla! der gibi. Ahhh hatırlamaz mıyım?

Çocuklara işlemeli mendil alalım diyor annem. Aktardan kına alıyoruz kurban için, annem söz verdi bize de yakacak.

Anılardan gözlerim yaşarıyor boğazım yanıyor. Çatapatlar patlıyor dar sokaklarda, kız kaçıranlar, karpitler yakıyor gözümü. Renkler, kokular, sesler…

“Az pilav az kes” sesine Tozlu Camiden gelen ezan sesi karışıyor. “Bi koşu kılıp geleyim” diyor babam. Tamam diyoruz. Kuyumcunun vitrininden bilezik beğeniyoruz anneme.

Ben sarhoş gibiyim. Çocukluk sarhoşu. Dönüp ne giymiş çocukluğum diye bakıyorum, tabii ki kırmızı rugan ayakkabı ve beyaz ponponlu çorap.

Aynı şarkı yükseliyor bir züccaciyeden:

Şu dünyadaki en zengin kişi gönül fethedendir

Şu dünyadaki en üstün kişi insanı sevendir.

Bütün dünya buna inansa bir inansa

Hayat bayram olsa…

30 yıl sonra

Yine bir Eylülde yine bir bayram arefesinde… Ben, çocukluğum ve ailem…

Ailemi seviyorum, insanları seviyorum, anılarımı, hayatı dünyayı seviyorum diye haykırmak geliyor içimden. Çocukluğum elimi çekiştiriyor, kulağıma şarkı fısıldıyor. Hahahahahaha! Kahkahalarla gülüyorum, herkes bana bakıyor, şarkı söylüyorum:

Hayat bayram olsa…