Radyo Mega Play Radyo Mega Pause
havadurumu 23° Adapazarı
Sabah
03:24
Öğle
13:07
İkindi
17:06
Akşam
20:41
Yatsı
22:31

Nasıl Geçti Habersiz O Güzelim Yıllarım…

Kaynak: Adatavır Haber Ajansı
Yazarlar/Köşe Yazısı
23.04.2018
Yazıyı Yazdır

Bahar güneşi çekilmiş, Nisanın şaşırtıcı akşam soğuğu yüzümüze vurmuş, komşu evden akın akın çıkan, el işi çantalarından bembeyaz dantellerin ve Ören Bayan yumakların  gözüktüğü,  gencecik annelerimizin  “ hadi artık eve “seslenmelerine  kulak kesilmiştik.

Ezandan sonra  eve girdik  diye ceza yemeye niyetimiz  yoktu bu akşam,  zaten soğuktu çok soğuk. Cam gibi bir soğuk bir 23 Nisan arefesi.

-Biz yarın taşınıyoruz – dedi arkadaşımız. Neredeyse düşüyordum ağaçtan!

Mutlu insanlar sokağında, Lokalin bahçesindeki sır ağacımızın tepesindeydik kara haberi aldığımızda.

-Durup dururken ne taşınması şimdi bu ? dedik.

-Devlet çıkarıyormuş ...dedi bir arkadaş. 

-Devlet mi? Kim yani?  Devlet Evren Paşa.   Evren mi?  O ne karışır ?  deyince ben,

-Akıllım, bu evler devletinmiş , babamla annem konuşurken duydumdu, biz devlete kira ödüyormuşuz, tapusu devletteymiş, çık deyince de çıkarmışız.. dedi en bilmişimiz.

Beynimden vurulmuşa dönmüştüm,  duydumdu’nun sonundaki fazladan du’ya mı;  devlet babaya mı kızayım bilemedim!

 Ne yani mutlu insanlar sokağımızdaki  bu evler, evlerimiz bizim değil mi? Çamaşır astığımız balkonlar, konserve, reçel, salça kaynatılan bahçeler, müzik taşan odalar, ağzımızı dayayıp su içtiğimiz  çeşmeler, gelin arabalarına yol bağı yaptığımız yokuşlar…

Devlet  çık deyince çıkacakmışız! Her şey koca  bir yalan mıymış?

Zaten 23 Nisan’da yağmur yağacak diye  canımız o kadar  sıkkındı ki  bir de  bu taşınma üstüne tuz biber olmuştu.Şaşkınlıktan   birbirimizin gözlerine bakamıyorduk.  Kendimizi bildiğimizden beri bu sokakta bu evlerdeydik. Bu evlere ne ölüm girmişti şimdiye kadar  ne hastalık ne de ayrılık…

Koca bir ev nasıl taşınır, neyle gider eşya, nasıl veda edilir hiç bir fikrimiz yoktu. Bildiğimiz tek şey arkadaşımız  ve ailesini çok sevdiğimiz ve ayrılmak istemediğimizdi.

Devlet ha! Vay be diyorduk,  demek o ne derse o olur  ha!

Ağaçtan bir bir inip evlerin yolunu tuttuk. Daha bir saat önce ne kadar mutluyduk oysa. Bahçelerden kırmızı güller toplamış, dudaklarımıza yapıştırıp Türkan Şoray taklidi yapmış,  papatyalardan saçlarımıza  taç takmış,  şeytan uçurtması uçurmuş, tellere takılınca da gizli ağacımızın yeşil dallarında soluklanmıştık.

Yeşilim yeşilim yeşilim amannn yeşil yaprak altında üşüdüm amannn! Ağaca çıkınca hep bu şarkıyı söylerdik.

 Ceplerimiz komşu bahçelere dalıp yolduğumuz  küçücük ama lezzetli eriklerle doluydu. Ahh o güzelim yıllarım…

Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu bazen içli bir şarkı

***

O akşam ağzımı bıçak açmadı. Haberler vardı yine sıkıcı haberler. Şu haberler olmasa hayat ne kadar da güzeldi! DİSK mi  ne öyle bir şeyden bahsediyordu, Cem Karaca, Selda Bağcan,  Şanar…neydi Yurdatapan…Soyadı Yurdatapan olan biri vatan haini olamaz herhalde diyordum içimden. Behice  Boran (şarkıcı değil sanırım Behiye Aksoy’du şarkıcı olan…) ASALA, Mehmet Ali Ağca….

Neyse ki dizi  başladı da rahatladık.  Anneme taşınmadan bahsetmedim -ben zaten  bildim  çatılarında baykuş ötünce anladım –diyecekti eminim.  Babama da ses etmedim,  bu genç mühendisin  devlete kafa tutup işten atılması ,  bizim de buradan  taşınmamız işime gelmezdi. Yine çocuk omuzlarımda  kocaman ailemin sorumluluğu vardı. Şimdilik susacaktım…

Annem pembe bir kazak örüyordu. 80‘lerde mahallede kim ne örneği başlarsa ertesi gün bütün anneler aynısı örerdi. Bir haftaya kalmaz sokaklarda aynı renk,  aynı model çocuklar dolaşırdık. O yılın modası da Zeki Müren  kirpiğiydi. Annemin beş numara şişlerinin şıkırtısı, halıda bir sağa bir sola yuvarlanıp sonra sehpaya dolanan Nako yün yumağı,  abimin   kağıdın altına demir  para koyup kurşun kalemle karalayarak çıkarttığı desenleri,  kardeşimin  abaküsü, küçüğün plastik topu…

Perdeyi aralayıp baktım yağmur yoktu. Önlüğüm, beyaz yakam , Uzunçarşı’da Çorapçı Kardeşlerden alınmış beyaz çoraplarım 23 Nisana hazırdı.  İnşallah yine yağmur yağmaz diye dua ediyordum. Bir de…Ben de büyüyecek, devlet babada çalışacak ve haksızlık edenlere kafa tutacaktım. Kararlıydım.,  Dışarıda  Nisan şakası gibi yağdı yağacak bir hava vardı ve gözümden akan yaşların tuzu dudaklarımdaydı…

Dudaklarımda tuzun 
İçimde   durur aşkın…

***

Ertesi gün tam da korktuğumuz olmuş, tören geç başlamış, yağmur altında yürümüş, çamura bulanmış ve  sırılsıklam eve dönmüştük.

Sarı Duraktan çıkarken evin önündeki koca kamyonu görünce nutkumuz tutuldu. Kamyonun içinde turuncu kadife koltuklar, beyaz yatak odası, bir kaç sandalye  ve televizyon vardı.  Ablalar, annesi , babası, komşular. Herkes kamyona öteberi taşıyor, bir ev, bir yuva hızla bir viraneye dönüşüyordu. İçimde koca bir öfke vardı, kime bilmiyorum,  sanırım lojmandan çık diyen devlete, direnmeyen babasına, durun demeyen komşulara.

GırGır, Hoover çamaşır makinası, menekşeler ve  nihayet Vita tenekesinde paşa kılıcı da kamyonda bir köşeye sıkışınca  vedalar başladı. Komşular tek tek öptüler aile bireylerini, sarıldılar, helalleştiler, gaste kağıdına sarılmış sıcacık poğaça ve kekler verildi yolluk olsun diye, kamyondan  harr harr ses çıkınca  arkadaşımız ve ailesi yeşil bir Anadol’ a bindiler.

Ben daha - hangi şehre gidiyorsunuz?  diyemeden kamyon hareket etti, camdaki boncuktan kuş da sallandı, Anadol da kıpırdandı peşi sıra, sular arka cama atıldı, hıçkırıklarla  eller sallandı.

Ben taş kesilmiştim. Arabanın peşinden bir müddet koşmak mı lazım, el sallamak mı bilemedim. Yavaş yavaş Sarı Durağa doğru iniyorlardı.

O anda - durun! diye bir  ses duydum. Herkes bana bakıyordu çünkü ses benimdi .

Ben  koşarak Anadol’a yetiştim, araba yavaşladı, durdu... Arkada oturan arkadaşıma - sana bir şey söyleyeceğim - dedim. Otomobilin yarı açık camından  masmavi gözleriyle gülümseyerek bakıyordu.

Bak,  dedim- hani bir pazar lojman telefonunuz durmadan çalmıştı da hani sen her açtığında bir ses,  “ PTT den arıyoruz , ahizeye üfleyin “ demişti de sen  çok kızmıştın ya...Hani bir de bir ses   –bu gece Gülyabani gelecek - demişti. İşte  o ses bendim!

Mavi gözler sadece bakıyordu.

-Valla bendim! dedim. Ağzıma dantel kapatmıştım tanıma diye. Sadece şakaydı.  Bil istedim...

- Biliyorum !dedi.  Kalakaldım. Gözlerimin içine içine bakıyordu.

Biliyordu ve bir tek gün bile hesap sormamıştı, babasına da şikayet etmemişti, babası da santrale, santral de babama söylememişti. İçim sızladı. Utanıyordum,  mavi gözler ise sadece gülümsüyordu. Ohh be dedim içimden, söyledim kurtuldum. Artık uyumadan önce sübhanekeyi rahatça okuyabilirim!

 O zaman ben de sana bir şey söyleyim  dedi ve kulağıma bir  şeyler fısıldadı. Olduğum yere çakıldım kaldım.

Sekiz yıllık upuzun ömrümün bu koskoca üç yılına eşlik eden   arkadaşıma  benden bir hatıra kalsın istiyordum ama ne verebilirdim ki!

Elimdeki kağıttan Türk bayrağını eline tutuşturdum. Dünyanın çocuk bayramı kutlanan  tek ülkesinde, devlet evlerinden attı diye taşınmak zorunda kalan bir çocuğa  bayrak veren bir başka çocuk! Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!

Başımı kaldırdığımda  önde kamyon, arkasında Anadol, korna çalarak Sarı Durağa doğru gidiyor, arka camdan bir çift buğulu göz bana gülümsüyordu, cam göbeği mavisi gözler …

Sarı Durağa koştum , tam da kulağıma fısıldadığı gibi , Çırak Okulu tarafındaki paslı demir borunun içine elimi soktum. Boru çok dardı, iyice uzattım parmaklarımı, yerden bulduğum çalıyı kırıp deliğe sokup yavaşça bastırarak çektim. Sarı saçlı minik bir oyuncak bebek! Bahar!

Bahar’ın , sarı saçlı oyuncak bebeğinin adının da Bahar olmasına önce gülmüş  sonra  çok kıskanmıştım. Sadece bir kere Bahar ‘dan Bahar’ı istemiştim ama elbise dikiyorum diyerek vermemişti. Ben de. İntikam almak için …O telefon şakaları… Amann siz hiç çocuk olmadınız mı?

Hiç mi rastgele çevirmediniz numaraları, hiç mi basıp kaçmadınız zillere, hiç mi parmağınızla  sıyırmadınız tencerenin dibindeki kakaolu muhallebiyi, dalmadınız mı ağaçlara hiç, pencereden atlamadınız mı hiç kapı kilitliyse!  Çocukluk büyüklerin yapamayacağı şeyleri yapma cesaretidir.  Anlayın işte!

Bahar ve ailesini hayatımızdan alıp götüren Anadol’un ardından bakarken elimdeki Bahar’a  bakarak hem ağlıyor hem de  geleceğime dair  yeni yepyeni  bir karar veriyordum.

Bahar! Evet  büyüyünce kızım olursa adını Bahar koyacaktım!

Hani o saçlarına  taç yaptığım  çiçekler 
Hani o güzel gözlü ceylanların pınarı  
Hani kuşlar ağaçlar bin bir renkli çiçekler 
Nasıl  yakalamıştık saçlarından baharı

****

37 yıl sonra güneşli  bir 23 Nisan arefesinde , Mutlu İnsanlar Sokağındaki yokuşu çıktım ve gizli ağacın altında buluverdim kendimi. Gövdesini okşadım önce, nazikçe öptüm. Ağacın dallarından gülüşmeler geliyordu,  usulca araladım dalları, küçük kız çocukları , dudaklarına ve yanaklarına yapıştırdıkları kırmızı gül yapraklarıyla şarkılar söylüyorlardı.

Yeşilim yeşilim yeşilim amannn yeşil yaprak altında üşüdüm amannn!

Kıvırcık saçlının elinde sarı saçlı bir bebek vardı. Avcundaki tuza erikleri batırıp batırıp yiyor bir yandan da hayallerini anlatıyordu, yazar olacakmış,  dünyayı gezecekmiş, çok zengin olacak ve bu sokağı olduğu gibi satın alacakmış ve herkese yeniden evlerini hediye  edecekmiş. Sesler, saçlarındaki papatyadan taçlar, kokular, dallara takılmış hayaller ...Her şey o kadar tanıdıkdı ki.

Her anını eksiksiz   dün gibi hatırlarım…

Bazen , geçmişteki günleri anarsanız yaşadığınızı hissedersiniz. Bazen sanki mutluluğunuz geri gelecek gibi o günleri ve o güzellikleri kalbinizde taşırsınız. Tıpkı dalından koparılmış beyaz bir çiçek gibi …

Ben hala o günleri anarsam yaşıyorum 
Sanki mutluluğumuz geri gelecek gibi 
Hala güzelliğini kalbimde taşıyorum 
Dalından koparılmış  
Beyaz bir çiçek gibi

Yorumlar 0
Bu habere ilk yorumu siz yapın