Yere düşen cam kırıklarını topluyordu, ağlayarak. Elleri kanaya kanaya. Ellerini kanata kanata. "Hak ettin sen bunu" dedikçe içinden, sanki bilerek daha da batırıyordu cam parçalarını kendine. Kendini cezalandırmanın daha iyi bir fırsatı olamazdı zaten, zannınca bu kırılan bardak da tesadüf değildi. Yarası kalır bazı acıların. Gün geçer; hatırladıkça acına iğneler batar, doğrusu bazı yaralar da dokundukça kanar. Ay geçer kabuk bağlayan yanlarından kan ağlar kırılmışlıkların, sanki tazeymiş gibi hissedilir sızısı. Acının kaderi bu, sahibiyle bir olur da çıkmaz gönülden; izi tende, sahibi yürekte yaşar. Zamanla seversin yaranı, benimsersin, özümsersin. Öyle ki alışırsın varlığına, yaralayanla yoğurursun, beslersin hislerini. Sonra hissettiklerin daha derin bir hal alır, daha bir yer eder yüreğinde.

Yaralıların kaderi midir bu, hep birbirlerini bulur ve birbirlerine merhem olur. Yara güzeldir, Yaradandan alır sihrini, hüzünle süsler, hatta törpüler kelimelerini. Vazgeçişlerinin her anında, yeniden sarılmak gelir içinden, hüzünlerine ve öpesin gelir yaralarını, içine sindire sindire.

Sen; küllerinden yeniden doğmak nedir bilir misin? Bir ışığa tutunmak, inanmak duanın o kuvvetli gücüne. Beklemenin, bazen yıllara tekabül eden her dakikasını, sızısına inatla, umudunda var etmeyi, sever misin? Özlemeyi bilir misin? Ölüme yüz tutmuş o özgürlüğe hasret, her şeyi bir busede canlandırır mısın yeniden. Sen hiç bir gülüşe emanet eder misin ömrünü. Bir gülüşe bel bağlar mısın düştüğünü hissederken, bir sese tutunur musun umutlarına yenilirken?

Yaralı ellerimden tut, sakın bırakma. Hayallerimin idamı olur gidişin. Hislerimin sâlâsı okunur ardından. “Gel yarama yar ol, yar ol kanayan yarama” diye yine noktalarla bitirdim cümlelerimi…

Yazarken kalemimle konuşmak nasıl da iyi geliyordu bana, en az kendi kendine konuşmak kadar güzel. Kendimi dinlerken, daha iyi tanıyorum ve cümlelerimle pişiriyorum sanki yüreğimi. Adeta kelimelerle dans ediyor hislerim. Yüzü yıkanıyor hüzünlerimin, boyun bükmüş çaresizliklerimin başı okşanıyor.

Penceremi açmakla kapatmak bir oldu, Soğuk; yürekleri donduracak cinsinden, buz gibi bir Aralık, rüzgâr sanki kavga ediyor her şeyle, koca bir sene pılını pırtını toplayıp gitmeye hazırlanıyor sanki, sanki sahip olduğumuz her şeyi alıp gider gibi, arkasına bile bakmadan, kaçar gibi. İn cin top oynuyor dışarıda, bırakın insanları renkler bile bir kenara çekilmiş, etraf öylesine sisli, öylesine buz tutmuş her yer. Grilerden bir kova boya dökülmüş de gökyüzüne, taşmış. Yerler bile griye boyanmış sanki gözler soluk, görünenler soluk.

Kış kokulu bir nefes; yüreğimde, hislerimin kurduğu o döküm sobada, cayır cayır yanan kömür kokusuyla bütünleşiyor gibi. Babaanneme dokunurdu o kömür kokusu, odayı yumuşatsın diye, mandalina kabuklarını dizerdi sobanın üzerine, çocukluğumun kokusuydu o. Aklıma geldiğinde hala burnumun direkleri sızlar, soğuğu unutturur gözümün önüne serili o sıcacık hatıralar. Yine soğuttum çayımı, babam olsa "ne o, kara denizde gemilerin mi battı" derdi ve eklerdi "somurtmak hiç yakışmıyor yüzüne, demek gülmesen bir şeye benzemeyecektin" diye.

Ahh zamanlar, ahh o eski yıllar, dert sanıp da dertlendiklerimiz. Meğer her şey masum bir çocukluktan ibaretmiş. Belki de bugünün hüzün diye bildiğimiz o yürek sancıları, seneler sonrasında, iğne ucu dokunuşu ile yer edecek yürekte. Her acı bir sonrakinin şiddetiyle açacak düğmesini ve bu yüzden her an; var olduğu hisle dolabilecek kadar genişleyecek.

Bize düşen; sahip olduğumuz her hissin kıymetini bilmek ve her vakti bu kıymetle kucaklayabilmek. Bir incesaz dinletisiyle, yüreği demlemek ve yürekle demlenmek olsa gerek…

Twitter: @elifzorer