Kendi fikrimizi özgürce ifade etme arzumuz ne kadar meşru ise, bizi rahatsız etse dahi karşıt fikirlerin de özgür bir şekilde ifade edilmesini bir hak olarak görmeliyiz.


Sadece benim düşüncemden olanlar konuşabilir, özgürce fikirlerini beyan eder, benim yaptığım/söylediğim doğrudur, bunun haricinde farklı düşünenler yanlıştır, o halde bu fikirler yüksek sesle konuşulamaz demek ahlaki olarak kabul edilemez.


Küfre ve hakarete varmadığı, şiddeti meşrulaştırmadığı, insanın en temel haklarına/inançlarına dönük bir saldırı olmadığı sürece her fikir özgür bir şekilde ifade edilmeli ve tartışılmalıdır. Hiçbirimizin her yaptığı doğru olamaz. Hepimiz hata yapıyoruz. İnsanız ve insan oluşumuz hakkaniyet içerisinde eleştirmeyi ve eleştirilmeyi kabul etmemizi gerekli kılıyor. Hepimiz eleştiriye açık olmalıyız.
Bunda bir beis yok.

Ancak burada aranacak asgari şart tartışmanın veya tarafların ahlaki meşruiyet sorunu olmamasıdır. Yani ben yanlış yaptığımda sen bunu benim karakter özelliğim olarak görüp ve genelleyip kendi yanlışını başkasının yaptıklarının doğal bir sonucu olarak görüyorsan burada ahlaki meşruiyet problemi var demektir.

Bu asgari şartlar çerçevesinde her konu özgürce tartışılabilir.
Bu olgunluğu toplumsal hayat kalitemizin bir tezahürü olarak görmeli ve savunmalıyız.
Aksi takdirde, birbirimize karşı hoşgörülü olmamız, anlayış sahibi medeni insan gibi hareket etmemiz imkânsızlaşır. Barbarlaşırız, saldırganlaşırız, öfkeli, akıl ve ruh sağlığını kaybetmiş insanlar gibi sağa sola tehditler savurarak kontrolümüzü kaybederiz.


Yaşanan tüm bu olumsuzluklar nihayetinde karşımıza kocaman bir mutsuzluk olarak çıkacaktır.
İnsan kendi yaşamını neden mutsuz kılar? Bu apayrı bir konu. Ancak kısaca şunu söyleyebiliriz ki, insan bilerek ve isteyerek kendisini mutsuz etmek istemez. Mutsuz olmak için bir şey yapmaz.


Fakat birçok farklı nedenden ve özellikle psikiyatrik etkenlerden dolayı elinde olmadan yapıp ettikleri o kişiyi mutsuz edebilir. Yani kişi kendini tutamaz, elinde değildir, bir şey yapar ve sonuçta mutsuz olur. Örneğin karşınızdaki kişinin sizi ciddiye almaması, önemsememesi, sizinle ilgilenmemesi, arzu ettiğiniz saygınlığı size göstermemesi sizi fena halde çıldırtır. Onu kıskanırsınız, hasetlenirsiniz. Oysa sizi başkaları önemsemektedir. Ama başkalarının size olan ilgisi sizi kesmemektedir. Siz asıl ilgiyi ondan beklemektesinizdir. Çünkü onun size ilgisizliği sizde bir aşağılık kompleksi oluşturmuştur. Bu takıntı ne yazık ki sizin tüm hayatınızı çevreleyen bir karabasana dönüşmüştür. Yazdıklarınız ve söylemleriniz de hep bu takıntılı ruh haliniz ikliminde şekillenmek mecburiyetinde kalır…


Belki bunda çocukluğunuzda yaşadıklarınızın etkisi olmuştur. Ailenizden yeterince sevgi alamamış olmanız, okuldaki arkadaşlarınızın size olan ilgisizliği, komşu çocuklarının sahip olduklarına sahip olamamanın yetersizliği sizde derin izler bırakmıştır.


Bu aşağılık kompleksi belki çocukluktaki eksikliklerden belki de sizi yeterince önemsemediğini düşündüğünüz kişiye dair kıskançlığınızdan kaynaklanıyor olabilir.


Burada mühim olan bu kompleksin doğurduğu sonuçlardır. Bu kompleks belli bir süre sonra nevrotik sonuçlara yol açmakta ve kişinin belli bir hedefe kilitlenmesini doğurmaktadır.


Kompleks artık düşmanlığa varmıştır. Sürekli zihninizi meşgul eden, yatıp kalkıp ne yaptığını merak ettiğiniz insanın takipçisi olmuşsunuzdur.


Her yerde onun izini aramaya, her taşın altında onu bulmaya, sürekli onunla ilgili bilgiler toplamaya çalışmaktasınızdır. Bu kişi sizde takıntı haline gelmiştir. Kendinizi onun karşısında konumlandırarak varlığınızı ona borçlu hale getirmiş olursunuz. Artık o sizin için olmazsa olmazdır. Eğer karşınızdaki o kişi yoksa sizde yoksunuzdur.

Sizi önemsemeyen, yaptığınız hiçbir şeye cevap vermeyerek sizi muhatap almayan kişiyle kendinizi eşitlediğinizi düşünmek, kendinizi onun ötekisi olarak konumlandırarak bir nevi kendinizi onunla eşitleyip, rahatlamaya çalışmaktasınızdır.

Bu ağır nevrotik dönemin ardından artık kendinizi onunla eşit gördüğünüz için ona zarar verebileceğinizi de düşünmeye başlamışsınızdır. Sürekli onun aleyhine konuşmaya başlamışsınızdır.
Sizi hiçbir türlü ciddiye almayan kişi hakkında atıp tutarsınız. Ve o kişi sizin bu yaptıklarınız karşısında asla size dönüp tek bir kelime dahi söylememektedir. Ve bu aslında sizi daha da çıldırtmaktadır.
Oysa siz karşılık bekliyorsunuzdur.


Çıldırmış bir şekilde eleştirinin dozajını daha da arttırmaya başlarsınız. Her gün her dakika onun aleyhine yürüttüğünüz kampanyaya odaklanırsınız.


Siz saldırırsınız o ise güler geçer.
Siz ona vurduğunuz için ona yanaşamayan zavallılar sizin etrafınıza toplanmaya başlar.
İlk anda bu sizi mutlu eder, ilgi hoşunuza gider. Sizi onunla ilgili enforme ederler.
Yeni bilgiler geldikçe siz çıldırmış bir şekilde daha da sertleşirsiniz. Ancak bir türlü istediğiniz etkiyi uyandırmazsınız.


Ondan beklediği ilgiyi göremeyenler, onu kendine rakip görenler, onun duruşundan rahatsız olanlar, onu kıskananlar ve ayrıca onun duruşuna hayranlık duyanlar ondan bekledikleri yüzü bulamadıkları için senin etrafına toplanırlar.


Senin ekip her geçen gün daha da genişler. Halka genişledikçe sen de tempoyu arttırırsın, ona vurmaya devam edersin.


Sen vurursun o ise yürür. Evet, evet sadece yürür. Hem de hiç arkasına bakmadan yürür.
O kendinden emindir. O kendinden emin olunmayı öğütleyen bir yolun yolcusu olduğu için, kendinden tereddüdü de yoktur ve emin bir şekilde yoluna devam eder.


O yürür ve seninle birlikte diğer garibanlar da arkasından izler. Sen vurdukça o çelikleşir. Senin vurmaların onda ne kadar doğru bir yolda olduğu fikrini pekiştirir.


Sen ve etrafındakiler vurdukça onun imanı güçlenir. Hani diyor ya şair; “Küfre yaklaştıkça imanım artar.” İşte tam da öyle.


Sen artık sen olmaktan çıkarsın. Çünkü ortada sen diye bir şey kalmamıştır.
Hasetlik, kıskançlık, mutsuzluk, huzursuzluk, öç alma isteği, düşmanca tavırlar, hak etmediği itibara sahip olma arzusu, şartlar ne olursa olsun her daim kazanma tutkusu, en yakınındaki insanları bile rahatlıkla harcayabilme lüksü, kin, nefret seni yiyip bitirmiştir.


İşte, bilgisayar başında, otobüste, yolda, alışverişte, yemek yerken hatta evde çocukla vakit geçirirken dahi senin aklın hep ondadır.


Hep ona nasıl daha büyük bir zarar verebilirim diye düşünüyorsundur.
Lakin ne yaptıysan başarılı olamamışsındır ve olamayacaksındır.
En nihayetinde sen kötüsündür…

Sonu olmayan bir yola girdiğinin farkında bile değilsindir.

Her şeye sahip olduğunu sandığın anda aslında kendi yok oluşunun başladığının farkında bile değilsindir.

Çanlar senin için çalmaya başlamıştır.

Sen o sesleri duymamak için kendinin bile çok uzaklarına düşmüşsündür.
Nereye gidersen git o kulak tırmalayan ve ruhunu törpüleyen sesten kaçman mümkün değildir.

Bu oyunda her daim kazanma yoktur.

Yolun sonu görünmüştür.

İşte o zaman kendinden korkmalısın.

Ya felaketi sezip kendini acilen toparlarsın ki böyle bir şansın olduğuna şükretmelisin.

Ya da seni uyaran dost seslerine kulak kabartmalısın.


Bu nedenle her zaman eleştiriye ve eleştirilmeye açık olmalıyız. Ancak eleştiriyle düşmanlık arasındaki ayrımı da unutmamalıyız. Eleştiri olur, fayda da sağlar. Ancak düşmanlığın kimseye bir faydası olmaz.


İnsanlara karşı düşmanca bir tavır takınmak insanı insan olmaktan uzaklaştırır, dengeyi kaybettirir.
İşte tam burada yazının başlığındaki soruya cevap verebiliriz; Tasavvuf kültüründe bilinir, tekkelerde sofraya ilk olarak tuz, ekmek ve su konur. Tuz dengeyi işaret eder.


Kamil insanın hareketlerinin ölçülü olduğu kabul edilir, kâmil insan dengeyi bulmuştur.
Tuzda dengeyi işaret ettiği için yemeye katılan tuz, yemeğin tadını, kıvamını belirler.
İşte bu yüzden ekmeğe fazla tuz kaçarsa ekmeğin tadı gider, dengesi kaçar.

Bir de şunu akıldan çıkarmamak icap eder.

Balık kokarsa tuzlarsın.

Ya tuz kokarsa?


Hulasa tuzu fazla kaçıranın dengesi gider, kâmil insan olamaz.
Sakin ve iyi niyetli bir hayatın peşinden gidenlerle…


Özgürce, kardeşçe, güzel bir hayatı, mutluluğu savunanlarla…
Her daim iyi olanlarla, tuzun dengesini tutturanlarla birlikte olmayı Rabbim nasip etsin.

Twitter: ibrahim Özkahya