Yılbaşına sadece bir gün kalmıştı ve bütün sınıf ikide bir kalem açma bahanesiyle kalkıp kar yağıyor mu diye camdan dışarı bakıyorduk. Yağmamıştı. Son derste Gülsen öğretmenimiz

–hadi bakalım çıkarın boyalarınızı yılbaşı resmi yapın- dedi. Yaşasın diyerek başladık çizmeye.

Ben tam da evin çatısını kırmızıya boyarken bir çift göz hissettim üstümde. Kafamı kaldırdığımda Bayram'ın kocaman siyah gözlerini gördüm. Bayram resim çizmiyor beni seyrediyordu. -Sen de çizsene- dedim. 'Boyam yok' dedi burnunu çekerek. Benimkileri kullan o zaman, dedim. Dört kardeşin ortancası olmak böyle bir şeydi işte. Paylaşmayı bilirsin hatta seversin. Kafa kafaya verdik ve çizmeye devam ettik.

'Resim çizmek keyifli bir iştir… Şimdi şurada çatısından buzlar sarkan bir ev, önünde karlı bir çam, en önde kocaman bir kardan adam evet bir de bir çocuk çizelim kızakla kayan. Biraz saf beyaz alalım, biraz tatlı bir eğim verelim dağa. Beyaza ultra marin mavi katalım ve şuraya bir ağaç… Biraz Prusya mavisi, zeytin yeşili ve van dayk (?) kahverengi…'

Kendimizden geçmiştik, Bayram sanki TRT 'de resmi bize sevdiren siyahi ressam Bob Ross 'du ve önündeki sıradan bir kağıt değil tuvaldi sanki! Kartpostal çizer gibiydi.

Bayram benim çizdiğim çamın yanı başına bir çam daha çizdi. Bob Ross olsaydı, 'arkadaşlık güzeldir' derdi. Siyahla kardan adamın gözlerini de yaptı ve resmimizi bitirdik. Bayram mutlu, ben mutlu, dünya mutlu…

Bayram, soba isi kokan önlüğü, sıfıra vurulmuş saçları, ensesini kesen, kenarları çıpınmış beyaz yakası, boynuna iple astığı dişlenmiş silgisi ve… Bayramın kocaman bir kafası vardı. İlk geldiği gün herkes alay etmişti. Sonra bir gün kısa boylu pembe yanaklı bir teyze okula gelmiş, öğretmenimize fısıltıyla bir şeyler anlatmış ve öğretmenimiz misafirini uğurlayınca Bayram'ın kocaman başını şefkatle okşamıştı.

O günden sonra alay etmedi kimse hatta 'Aç kapıyı bezirgan başı' oynarken Bayram'ı en öne aldılar.

Akşam çıkışta herkes yılbaşında neler yapacağını konuşuyordu. Bayram yine burnunu çekerek dinliyordu. Sen dilek tuttun mu? dedim. -Yok -dedi. Tutsana dedim. Gülümsedi, siyah gözleri aydınlandı eğildi kulağıma - misket - dedi. Mavi misket…

Siyah gözlü bir çocuk, uzaydan bir misket gibi görünen mavi yerkürenin, nokta kadar küçük yeşil bir şehrinde, devlet okulunun gri duvarlı sınıfında yeni yıldan sadece bir misket diliyordu. Şarkıdaki gibi; çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman…

İşte bunun için 80'ler sıcacık kış düşleri, sevgi dolu çocuk kalpler, soba isi kokan arkadaşlıklar ve mavi miskettir. Şimdi o arkadaşlıkları, o sevgi dolu kalpleri ve misket dileyen çocukları bulamıyorsak…

Dönüşü yok beraberce karar verdik ayrılmaya
Alışmalı arkadaşça yolları ayırmaya

***

83'e o gece veda etmiş, hayatımızın en masum en güzel yıllarını geride bıraktığımızdan habersiz yeni bir yıla merhaba demiştik. Zeki Müren'in saat tam on ikide yeni yıl dileğini dinlerken annemi, babamı, kardeşlerimi, kenarına tarçın bulaşmış boza bardaklarını, tabağın dibinde tek tük kalmış yanık pıtpıtları seyretmiş ve mutlu bir aile olup olmadığımızı sorgulamıştım. Mutluyduk!

Perdeyi aralayıp elektrik lambasının ışığında dans ederek yağan karı görünce çığlık attım. Karrr!!! Mutlu insanlar sokağında çoluk çocuk anne baba herkes beş dakika içinde sokaktaydık. Kartopu oynuyor, kendimizi daha yeni tutmaya başlayan karlara atıyor, kimimiz taze kardan avuç avuç yiyorduk. Yokuşa su döken bile vardı buz tutsun diye… Tam yılbaşı gecesi, tam on ikide çocukların saçlarına düşen kar mucize değildir de nedir?

Sanki yabancı bir ülkede zengin bir çocuğun en pahalı mağazanın ışıltılı vitrininde seyrettiği kar küresi gibiydi hayatımız o gece. Biz de içindeki minyatür insanlar… Ne güzel…

Şimdi artık kelimeler yetersiz anlamı yok
Yitirmişiz anılarla beraber faydası yok…

****

Yılbaşı tatili bitince neşeyle tuttuk okulun yolunu. Kar yolları neredeyse kapatmıştı, takvimlerdeki karlı şehirlere benzemişti Ada. Bizden önce yürüyen memurlar, işçiler ve kedilerin bıraktığı izleri takip ederek vardık okula. Soba gürül gürül yanıyordu, ilk ders Hayat Bilgisi. Herkes yılbaşında neler yaptıklarını anlatıyordu habire. Tombala, kuruyemiş, televizyon, fırdöndü… Öğretmenimiz sıraların arasında dolaşıyor, yanlış okursak düzeltiyordu.

Ben ikide bir yan kümeye bakıyordum Bayram'ı görmek için ama Bayram yoktu gelmemişti. Acaba gelmez mi derken kapı vuruldu, öğretmenimiz -gir dedi, o kısacık boylu pembe yanaklı teyze elinde bir pazar çantasıyla içeri girdi. Uzaktan yürüyerek geldiği ve çok üşüdüğü her halinden belliydi. Öğretmenimiz sobanın yanına bir sandalye çekti, kadın utana sıkıla kara lastiklerini çıkarıp ayaklarını sobaya uzattı. İç çekerek, kah eliyle kah mendiliyle burnunu silerek, anlattı anlattı anlattı… Benden başka onları seyreden yoktu, herkes ünite sonundaki soruları çözüyordu. Benim çözemediğim ise Bayram neden yoktu? Neden sonra teyze kalktı, öğretmenimiz sarıldı, kapıdan uğurladı ve pencerenin kenarına gidip kadıncağızın dereboyundan karlara bata çıka gidişini seyretti.

Çocuklar… dedi titreyen sesiyle kırmız rujlu ince dudaklarını ısırarak. Çantadan külah külah mevlid şekeri çıkardı, sınıf başkanına -dağıt bunları- dedi.

-Çocuklar Bayram hastaydı ya…

Derin bir sessizlik, sobanın çıtırtısı, dışarıda kar fırtınası.

-Bayram ölmüş çocuklar. Arkadaşınız için dua edin…

Siz küçük hem de küçücük bir çocukken ölüm denen kırbacı yüzünüze vuran oldu mu? Ya da çığ altında kaldınız mı? İşte ben bu kırbaçla dondum kaldım üstüme de çığ düştü.

Olmaz! Olamaz! Aaaaa sesleri yükseldi sınıfta, benden önce ağlayanlar, hıçkıranlar oldu: Bayram, ölmüş, yazık, dua, hasta, tümör, ölmüş, yazık, ölm…

Ben kar fırtınasına tutulmuş bir serçe gibi, ben karda donmuş ökse kuşu gibi…

O şekerlerden ve gittiğim cenazelerde dağıtılan şekerlerden hayatım boyunca asla yemedim.

Hayat bazen öyle insafsız ki
Küçük bir boşluğundan yakalar
Hissettirmez en zayıf anında
Seni ta yüreğinden yaralar…

Bayram'la yaptığımız resim çantamdaydı. Çıkardım uzun uzun seyrettim. Daha iki gün önce onun elleri boyamıştı bu kağıdı. Hayat ne kadar acımazsızdı. Bir çocuğa bu yapılır mı? Öfkeden ağlayamıyordum bile. Boğazımda demir yumrukla yaşamayı öğrenecek kendi yaramı kendim saracaktım!

Şimdi artık gözyaşları gereksiz akmamalı
Alışmalı kendi yaramızı kendimiz sarmaya…

Sonra birden. Birden kalem kutumdaki hediyem geldi aklıma. Akşam abimin dolabından aşırmıştım. Onda çok vardı nasılsa, fark etmez diye gizlice almıştım. Bayram okula gelseydi,- işte bak dileğin oldu- deyip avucuna bırakacaktım. Mavi misket… Sıraya kapaklanıp hıçkıra hıçkıra…

****

Gel bunları bırakalım artık bir tarafa
Gerçeği görmeliyiz dostum başka çaresi yok!

İşte ben ne zaman yeni yıl için süslenmiş vitrinler görsem, vitrinlerde rengarenk, çeşit çeşit hediyelik eşya görsem, gözlerim sadece bir tek şey arar: Kar küresi!

Kar küresini ne zaman elime alsam, o cam kürenin içindeki evi bizim evlere, sokakları bizim sokaklara benzetirim. Şu kardan adam Bayram'ın gözlerini siyaha boyadığı kardan adamdır, şu çam bizim çam. Elime alır iyice sallar ve birbirine çarpan kar tanelerini seyrederken atkılı, bereli, gülerek kızak kayan çocuğu da Bayram'a benzetirim. Karlar altında neşeyle oynayan bir çocuk…

Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım
Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun…

***

Sevgiden, arkadaşlıktan, merhametten nasibini almamış 2000 leri hızla tükettiğimiz ve yeni bir yıla girmeye hazırlandığımız bu günlerde eğer çocuğunuza bir hediye arıyorsanız, kar küresi alın derim. Kar küresi sadece bir cam küre değildir. O kar taneleri bizim asla geri gelmeyecek yıllarımızdır.

O küre bir daha asla yaşanmayacak kaybolan yılları korumaya almış camdan bir kalptir ve her eline alanın buzdan kalbini saniyeler içinde eritir, çocukluğuna götürür. Tıpkı şu an elimde sımsıkı tuttuğum mavi misket gibi…

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler
Şimdi bana seninle bir ömür vaat etseler
Şimdi bana yeniden ister misin deseler
Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok…