Başkanlık Sistemine geçiş için bir referandum arifesindeyiz. Seçim sloganları, stratejileri yavaş yavaş belirlenip şekilleniyor. İşte tam da bu noktada sosyal medyada bir furya ortaya çıktı. Referandumda “Evet” demeyi düşünenler yani “evet” cephesi, birbirlerine “sen de var mısın?!” diyerek- top ortalayarak – bir kamuoyu oluşturmak hedeflemek istediler. Aslında meşhurların (top ortalamayı bilen futbolcuların) kendiliğinden başlattıkları bu küçük tiyatral etkinlik, kısa zamanda benimsenip yaygınlaştı. İşin tuhaf tarafı ise; bu kampanyaya Bakanların, Milletvekillerin, Partililerin,..vb en üstten en alta kadar iştirak etmesinden sonra  başladı.

Bakanların, Milletvekillerinin, Belediyebaşkanlarının, bürokratların, parti yönetiminin, partililerin, nüfûzu olduğu düşünülen herkesin…vb birbirlerine yöneltikleri “sen de var mısın?” ortaları, sanki o şeyin kesinliğinden şüphe duyulan uzak bir anlamı da beraberinde getiriyordu. Yani “Abdestinden şüphe duymak” bir anda o şeyin içine uzaktan dahil oluyordu. Tabii ki bu kampanya varlığa ya da varoluşa ilişkin bir problemi kapsamıyordu. Halka “evet, de!” gibi basit oy sayısını artırmayı teşvik ediyordu. Bunu sanki arz-taleple gündeme getiriyordu. Ne de olsa seçim içindi. Lakin mesele olduğu yerde kalmayacak bir içeriğe belki bir ironiye sahipti.

Uzak bile olsa “abdestinden şüphe duymaya” gönderme yapan (ya da biz onu öyle anlayalım) bir anlam ile  AK Partinin seçimlere gidiyor olması, son derece olumlu ve takdire şâyândır fakat daha önce “bizim abdestimizden şüphemiz yoktur!” gibi katı bir iddiayla net bir çelişki hâlindedir. Yani bir Bakan’a “sen de var mısın?” demek; abdestini yokla, ondan emin ol, emin isen mutmain ol demek. Kısacası; tetikte ol! Demek. Doğrusu da budur zaten. Zirâ en derin anlamda insanın durması gereken ârâfı işaret eder. “Abdestinden şüphe duymamak” bir deyim ve açık seçik jilet gibi bir kesinliği ifade eder. İşte, sorun da bu kesinliğin kendisinde yer alıyor.

Peki insanın “Abdestinden şüphe duymaması” ne anlama geliyor? Ve hangi anlamda takdir edilen, arzulanan bir şeydir? Modern düşüncenin temelinde yer alan René Descartes (Dekart), şüpheciliği bir yöntem olarak ele almıştı fakat onun şüpheciliği bedeni ve ruhu ayıracak kadar kesinliğe yardım ve yataklık ediyordu. Müsbet (pozitif) Bilimlerdeki gelişmeler, değişmeler mekanik bir dünyanın haberini vermişti. Dekartın niceliksel dünyası her yere sızıyordu, en keskin biçimiyle. Aristoteles’in mitos’un logos’a dönüşünden çok farklı bir dünya kapılarını aralıyordu. Öyle ki; Aristoteles bile, mitos’un içine yuvarlanacaktı. Kısacası; modern dünyada bizler, teknik ve bilimsel nesnelliğin terbiyesi altında ona uygun olduğumuz oranda yani abdestimizden şüphe etmediğimiz oranda takdir görmeye, kabul edilmeye şartlandık. Gerçekten de bir bilgisayarı açarken her defasında acaba çalışacak mı, frene basınca araba duracak mı, 2 x 2 =4 edecek mi…vb milyonlarca şey içinde yaşayıp şüphe duymak, aptallık olurdu. Bunlar insanın aklaki yapısı ve varoluşunu da konumlandıran bir unsur olarak örgütlenip bizleri kesinliğin içinde emin kıldı. Artık kimse kendi varlığından şüphe duymuyor. Biyolojik kanıt, ortada açık seçik ikna için yeterli görülüyor. İşin en iğrenç kısmı, hiçbir kimse artık yapıp etmelerinden, inançlarından bir şüphe duymuyor, duymak da istemiyor. En değişken yapıya sahip bir alan olan siyasette bile; görülenle, duyulanla, bilinenle ahkâm  kesilebiliyor. Hayatın en sıradan şeyleri de bu kesinlikten payını yeterince alıyor.

Abdest almasa da hiçbirşeyden şüphe duymayan Avrupa, yavaş yavaş içini kemiren şüphe ile uğraşmak zorunda kaldı. Doğa bilimleri başta olmak üzere (atomaltı fiziği) Matematikte (Frege’nin çalışmaları) Mantıkta (üçlü ve çoklu olasılığı içeren sembolik mantık) Sosyal bilimlerde (başta Antropoloji olmak üzere) kesinlik-nesnellik iddialarından geri adım atmaya başladı. Post-modern teoriler bunu taçlandırdı. Daha önce Tanrı’nın Ölümünü ilan edenler, Hakikatin öldüğünden bahsetmeye başladı. Yani ortada şüphelenecek bir abdest dahi kalmamıştı. Yine de ilginç olan şey, teoride bu denli şüphenin dibini bulanların pratikte bir saat gibi dakik çalışmalarıydı. Bu anlamda Avrupa’nın (Batı düşüncesinin) şüpheden çok uzakta olduğu söylenebilir.

Peki bizler bu nesnellik/öznellik arasında abdestimizden şüphe edince mi yoksa şüphe etmeyince mi daha sahih bir şeyi söylemiş-durmuş oluruz? Şeyh Sad-i Şirazî, bir beyitinde “İnsan; bir damla kan, binlerce tereddüt-endişedir” demişti. Bütün Tasavvuf literatürü, insanın abdestinden şüphe etmesi üzerine kurulmuştu. Buna göre; İnsan, berzahta olan ne var ne de yok olan yani arada görünen ve arada olan bir varlıktı. Belki buyüzden insana ne var, ne yok? Diye hal hatır soruluyordu. Sorulsa da en anlamlı şey oluyordu. Hâl böyle iken; siyaset gibi kaygan zeminde daha fazla abdestimizden (yapıp ettiklerimizden) şüphe duymak ve sürekli olarak “sen de var mısın?” diye sormak-sorgulamak gerekiyor.