Son yazımızda (4.cüsünde) “Vergi(lendirme) Politikası”na değinmiştik. Vergi(lendirme) politikasının politik bir baskı aracı olarak insanları şantaj-sindirme işleviyle hem şahsiyetsizleştirdiğini hem de hırsızlığa teşvik ettiğini, AK Partinin bu politik işlevi kendisinden önceki siyasal yapıdan devraldığını, bunda bir suçunun günahının olmadığını fakat bu politik işlevi devam ettirip sürdürdüğünü, söyledik.

Peki biri çıkıp da; “politik olarak bir şeyi kuran mı daha suçludur-günahkârdır yoksa o şeyin sürekliliğini sağlayan, devam ettiren mi?” diye sorsa, ne yapacağız?!

Genel olarak modern siyasetbilimciler ve sosyalbilimciler, siyasetin- politik kurumların ve kuruluşların günah kavramıyla irtibatlandırılmasına itiraz eder. Bunlara göre; günah yoktur, çıkar (menfaat) vardır sadece. Lâkin ahlâk ve ahlâkî kavramlar, insanla dolayısıyla insanın yaptıklarıyla irtibatlandırılmayacak ise otla böcekle mi irtibanladırılacak?! Yoksa bu ve benzeri görüşler taşıyan bilim adamları, “günah” kavramının sadece ahlâkî değil dinî bir anlam kümesinde yer almasından dolayı mı hazımsızlar?! Bu da çok açık değil.

Vergi(lendirme) politikasında yürütülen adaletsizlik, körlerin bile rahatlıkla görebileceği, aklı başında herkesin şikayet edeceği bir hastalık. Bu adaletsizlik AK Partiyle başlamadı. Hatta AK Parti bu adaletsiz sistemi değiştirmek için teşebbüslerde bulunmak istiyor fakat adaletsizliğe yol açan sistemin omurgasıyla oynamadan yani mantığını değiştirmeden bunu ele almak istiyor. Asıl sıkıntı, hastalığın kökü burada yatıyor: kârda olduğu hâlde zararda olmayan, işine geldiği gibi kâr-zarar hesabı yapan bir devlet-iktidar, kendi altında yaşayanlardan ahlâki pozisyon bekliyor. Yani; kendine gelince tamamen rakamlarla, ekonomi-politik davranan hem de bunu birbirine su geçmeyecek şekilde son derece katı ayrımlar (kartezyen ayrımlar) yaparak uygulayanlar iş bize gelince içi nerdeyse tamamen boşaltılmış ahlâki kavramlarla, vaazlarla, nasihatlarla, menkıbelerle davranmamızı ve bunlarla yetinmemizi bekliyor.

Belirli bir ahlâkı talep edenler, zorunlu olarak, ahlâkın formel biçimlerinden ve onun ilişki biçimlerinden kaçamaz. Yalan söyleyen bir peygamber olmayacağı gibi, yalan söylediği hâlde dürüstlüğü temin ve tesis edebilen bir peygamber de olamaz.

Buna göre; devletin-iktidarın tutarlı olabilmesi için altında bulunan tebâsından-bizlerden- ahlâk talep etmemesi gerekir fakat böyle bir devlet-iktidar, nasıl bir devlet-iktidar olarak başta kalabilecek?

Sonra belirli bir ahlâk talep edilmeyenlerin yaptıkları “ahlâksızlık”, neden siyasi bir karşılığa denk düşecek ya da getirilecek? Yani neden idari ya da cezai bir yaptırımı hakedecek? Adı seks skandalına karışan bir siyasetçi neden kötü görülecek ya da iktidarı -hükümeti tapelerle, kasetlerle, dinlemelerle, görüntülerle devirmeye çalışanların ahlaki tavırları neden tasvip edilmeyecek? “Ahlâksız” denilen şeylerin siyasette olması neden kötü olacak? Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz. Demek ki; ahlâkın siyasetten defedilmesi, siyaset açısından çok zararlı bir şey.

Vergi(lendirme) Politikası bu hâliyle kaldığı sürece, iki şeyin devamını sağlayan durum sunar: Al-sat (komisyon değişimi) ve Kap-kaç (pozisyon değişimi). Bu durum içinde gerçekten üretim yapanlar kazanamaz fakat vergilerini öderler. Öteyandan bazı şeylerden kaçmak için ekonominin global karakterine vurgu yapılarak, bizim gibi itirazda bulunanların meseleyi tam olarak kavrayamadıkları söylenir fakat dünya ekonomik sistemine entegrasyon adı altında yapılan paket programlar, uygulamalar ahlâki ve insanî yıkımları çok hızlı meşrulaştıran politik bir işleve sahip olması yine bazı menfaatlere dokunduğu için görülmek istenmez.

Meseleyi biraz basitleştirelim: Vergi(lendirme) politikası hakkında başka bir yazımızda (“Siyaset Sakarya’da Hangi Ahlâkı İnşâ Eder?”) yapılan adaletsizlikleri, zülmü daha detaylı belirtmeye çalıştık fakat bu yazı, ûslub ve içerik bakımından “anlaşıl(a)madı”.

Doğal olarak herhangi bir tepki gelmedi. Burada da belirttiğimiz gibi; devlet inşaatta iflası kabul etmiyor. Velev ki; iflas etmede devletin bizzat payı olsa bile. Yani ne yaparsak yapalım vergi söz konusuysa iflas yoktur. Almada aslanlaşan devlet, vermede kedi gibi davranıyor. Kendi vergi alacağını tahsil ediyor fakat KDV alacağı olan firmaya gıdım gıdım veriyor.

Bu firma iflas edip kapanış verirse kendi alacağından zorunlu olarak tek taraflı feragat ediyor ya da ettiriliyor desek daha doğru.

Şimdi; iflas eden adam, mahkemeye boşanma davasıyla gittiğinde kadına pozitif ayrımcılık hukuku denilen bir garabet hukuk yüzünden tekrar iflas ettiriliyor. Zirâ adamın sahip olduğu her şeyin yarısının karısına (ortağına demek teknik manada daha doğru bir tabir) verilmesi kabul ediliyor. Kağıt üstünde iflas edememiş birine tabii ki mahkeme yüklü bir tazminat ve mal taksimi yapıyor. İşin tuhafı, kadın tıpkı devlet gibi kârda olan ve alan fakat zararda olmayan ve bulunmayan bir pozisyonda. Vergi(lendirme) politikasını Kadın politikasıyla yan yana getirmiş olmamız, zihnimizin karışık olduğunu, her şeyi her şeyle karıştıran saçma sapan fikirler taşıdığımızı göstermez. Olsa olsa ilk meselenin (1.ci yazının) son mesleyle (5.ci yazıyla) bazı noktalarda birleştiğini, her ikisinde de değişmeyen taraflar olduğunu gösterir. Sanıyorum bu noktalar ve taraflar hiç de hoşa gidecek cinsten değil.

Buradaki bütün mesele; cüz’i bir olayın, kişisel bir olayın, genelleştirilmesi değildir. Bilakis o cüz’i olayın altında yatan anlayış, zihin, zülüm, adaletsizliktir. Anlamak istemeyenler meseleyi yine “kişisel mesele” diye yaftalayarak işlerine gelmediğinden anlamayacaktır fakat ortada olan adaletsizlik, çok açık bir şekilde anlaşılır kalacaktır.

Twitter: @servetkzlay