“Soyluluk ve Asâlet” sadece sözlük anlamıyla eş anlamlı kullanılmayan aynı zamanda düşünce hayatımızda da eş anlamlı olarak -birbirlerinin yerlerine geçecek şekilde- kullanılan kavramlardır…

Oysa bunlar arasında ciddi bir fark vardır: Soyluluk; ekonomi-politik bir durum iken ve “soy”a gönderme yapıyorken, Asâlet; şeref, haysiyet, erdem gibi ahlakın durumuna yani asla gönderme yapar.

Bu konuda düşünce dünyasında en uç ve belirleyici konumu olan Marksizm, soyluluk ve asâlet konusunda iki açıdan ciddi hataya düşmüş ve bizleri de o çukura yuvarlamış gibidir: Evvela; Avrupa’daki sosyolojik yapıları, insanlığın genel geçer sosyolojik sınıfları olarak dayatmıştır. İkinci olarak; soyluluk ve asâleti yalnızca ekonomi-politikte eşitlemiştir. Hâl böyle olunca; Homo-economicus olan modern insan, bütün izzet ve şerefini kazanmayı, maddi ilişkilerden çıkarmaya gayret etmiştir.

Günümüzde makam-mevkiye yüklenen artı değerin arkasında bunun yattığını, Marksist görüşlerin rolünün oldukça etkili olduğunu söylememiz pek de yanlış olmayacaktır.

Soyluluk ile Asâlet arasında farkı daha belirgin kılmak için bunların işlem düzeylerine bakmamız gerekir. Öte yandan toplumsal hayattaki iz düşümlerini görmemiz, hatırlamamız, ayrıca bunları resmetmeye yardımcı olur:

Üniversitede okurken kendi alanında son derece uzman, akademik dünyada tanınmış, arkeolog hocamız (aynı zamanda bölüm başkanlığı da yapmıştı) Prof. Dr. Güven Arsebük’ün çok köklü bir aileden geldiğini, dedesinin Şeyh’ül İslâm olduğunu başka bir hocamızdan duymuştuk. Güven hoca; henüz üç yaşında Fransız ve Alman mürebbiyeler tarafından yetiştirilmiş, yedi yaşında batı dillerini konuşmaya başlamıştı.

Katı pozitivizme (neredeyse XIX. yüzyıldaki kaba haliyle, bu yüzden derslerde epeyce sürtüşme yaşamıştık) ve materyalizme ait düşünceler taşır. Dini, ilkelliğin mistik parçası sayar ve çok da mesafeli dururdu. Aslında Din hususunda ortalama sıradan birinin bilgisi kadar bilgiye sahip değildi.

Anlaşılan Şeyh’ül İslâm dede(ler)si torununu mahalle Kur’an kursuna göndereceğine, dönemin bürokrasisine ve modernleşmesine uygun olarak başka yerlere göndermiş ve buna uygun davranmışlardı.

Türkiye’de belirli konumdaki dini yapıların modernleşmeye (o zamanki tabir ile “gavurlaşmaya”) yaptıkları ciddi katkılar, İsmail Kara gibi düşünürlerce görülmek istenmese de durum pek içacıcı değildir. Modernleşmenin soyluluk üzerinden ilerlediğini, asâlet üzerinden gerilediğini söylememiz, Batıdaki genel gidişata da uygunluk gösterir.

Asâletin soyluluktan farklı olduğunu ve farklı ilerlediğini şehir kültürü açısından bir tecrübemizle paylaşmak isteriz: Diyarbakır Sur İçinde Amed’te (Aramiceden gelir bu isim) çok fakir mahalleler ve insanlar yaşamasına rağmen, şehirde belirli bir oturmuş kültürel (giyim kuşam, sosyal ritüeller) yapı mevcuttu. Herkes birbirini tanır, ilişkiler belirli bir şehirlilik üzerine otururdu.

Lakin terör kapsamında köylerin yakılıp yıkılması sonucunda şehir ve kültür demografik değişimin ciddi etkisiyle bir dönüşüm yaşadı. PKK’nın sahip olduğu Marksizm’in soyluluğa olan nefret ve düşmanlığı, yani onu eşitleyerek ortadan kaldırmak arzusu ile devletin askeri politikaları ortak bir zemin bulunca, soyluluk yerine asâleti kaldırmaya yöneldi.

Aristoteles, asâleti soyluluktan dolaylı olarak ayırmış, erdemi soylu olmayan insanların da taşıdığını söylemişti. Zaten ona göre hayatını idame edecek kadarından fazlası- fazla para- iyi bir şey değildi. Şimdilerde yaşadığımız neo-ulusalcılık ve hâkim görüş içinde soyluluk yeniden (her dönemin kendine uygun formülleştirmesiyle) tanımlanıyor. Bu tanımlamalarda rahatsızlık veren şey, dini ve tarihsel kodlamaların bir taraftan oldukça geçersiz kılınması fakat diğer taraftan bunu yaparken de yine dini ve tarihsel unsurlarla meşruiyet sağlanmasıdır.

Bir tarafıyla kurumsal diğer yanıyla sınıfsal olan soyluluğun AK Parti gibi kendini tabana yakın konumlandıran siyasal bir partide çok yüksek derecede geçerli ve belirleyici olması, yaşanılan başka çelişkidir. Bütün zenginlerin ya da ırksal (soy-sop) üstünlüğe yaslananların mevki-makamda maharetli olmaları, hatta çocuklarının bile deha derecede yetenekli olması “düşündürücüdür.”

İşin başka yönü, soyluluğun iç çelişkisinde bulunur. Zirâ soyluluk kazanılan değil, verili bir şey olduğu ve öyle kaldığı müddetçe ona karşı her türlü yıkım da meşru bir zemine oturur. Bu sınıfın dışındakilere başka seçenek kalmaz. Zaten marksizm bu eşitlemeden ivme alarak haklılaşır.

Son olarak; Türkiye’deki Soylulara karşı hiçbir zaman soylu olamayacağımız ve soylu kalamayacağımız açıktır. Bizler soylu değil, asâletli yahut asâletsiz olabiliriz ancak. Bu konudaki en büyük yanılgı; birinin-soyluluğun- ontik (kurumsal) diğerinin-asâletin- ontolojik (varoluşsal) olduğunun unutulmasıdır.

Twitter: @servetkzlay