Konuya “Türk ve Kürt” diye giriş yapmak, konuşmaya şeytanın adıyla başlandığını varsayar ve şeytanın araya girişini fısıldar!

Zirâ kullanılan bu kategoriler; Ulusalcı, ırkçı, etnisitenin dışlayıcı siyasal görüntüsünü bir ruh çağırır gibi davet eder.

Osmanlının son döneminde ilkin ortaya Türk-Kürt-Arap şeklinde büyük parçalar olarak çıkan ara kategoriler, sanıldığının aksine toplumsal uzlaşıyı, birliği ve bütünlüğü temsil etmiyordu. Avrupai anlamda yer bulan yeni bir tanımlamayı dayatıyordu. Böylelikle insanların kişisel ünsiyeti, hüviyeti, mensubiyeti, siyasal iktidarların aklı altında sadece malzemeye dönüşüyordu.

Şark’ın kültür kodlarında her zaman güçlü biçimde kendini göstermiş olan kabilecilik, nesebcilik Avrupai anlamın yeni-lik değirmeninde farklı öğütülmüş ve sunulmuştur. Hastalıklı da olsa insana yakın sayılan asabiyet duygusu, küçük bir vüristen Milliyetçilikle birlikte vücudu saran değil vücudu içine alan habis virüse doğru değişim geçirmiştir.

Bugün hâlen eski kabileci, asabiyetci duyguyu ulusalı ortaya çıkaran Irkçılıkla eşitleyen ve böylece körüklemeye çalışan zavallı bir anlayış vardır. Bu durum, dedesi sakallı diye her önüne gelen sakallıya dede demeye benziyor. Gelinen nokta; Batı Uygarlığının tüm iddialarıyla keskinleştirdiği ve sürekli olarak üretmeye çalıştığı ‘Irk’ın silikleşmesinin bir yana, eski hüviyetlerin bile kimliklerini kaybettiği bir nokta olmuştur. Hatta bir topluluk içinde kendisini bulan birey dahi atomize olup yersiz yurtsuzlaşmıştır.

Uluslaşma süreci altında yatan sosyo-politik, ekonomik sebepleri anlamadan, en önemlisi Avrupa’nın en büyük yapı olan din dahil olmak üzere her şeyin içini boşaltan düşünsel ve endüstriyel ilişkilerini hesaba katmadan meseleyi ele almak saçmalıktır. Meseleyi doğru kavramaktan uzak olmak demektir…

Dolayısıyla sadece Irkı merkeze alarak yapılan herhangi bir eşitleme ya da indirgeme hatanın büyüğü olacaktır. Kısacası: Artık Irk, Milliyet, Kabile, Asabiyet, Ünsiyet hatta Neseb siyasalın işlevinde stratejik bir kullanım parçası olup çıkmıştır. “Türkler ile Kürtler” olsa olsa bu düzlemde eşitlenmiştir.

“Türkler ile Kürtler” arasına giren bir şey olduğu varsayıldığında; onların bir bütün olmadığı, kaynaşmış olmadığı ya da bitişik olmadığı zımnen söylenir. Aradaki boşluğu yapan şey, onları anlamlı kılmıyorsa, gayrı kılacağı yahut daha kötüsü düşman kılacağı da düşünülebilir.

Şimdilerde yaşadığımız siyasal gerilimleri gidermek için araya Din’in girmesi gerektiği görüşü sıklıkla öne sürülür fakat bu görüşte de bazı sıkıntılar bulunur: Din, araya girecek kadar küçüldüğünde, Türk’ü ve Kürt’ü yorumlayan bir dizge olmaktan, onlara anlam veren bir varlık olmaktan çıkar. Din’in reçete dili şeklinde siyasal problemlerde kullanılması, onu kesin bir durumla araca çevirir ve araçsallaştırır.

Aslında Devlet(ler)in, iktidarın Din’i araçsallaştırması, böylelikle işini görmesi alışılmış davranıştır fakat şimdi yaşadığımız siyasal problemler ve çatışmalar içinde vaziyet paradoksal olarak başkadır: “Türkler ile Kürtler” arasında çıkarılmaya çalışılan gerilimde Din’i araçsallaştıran kesim yani bir anlamda Din’i dolaysız olarak gündeme getirten kesim iktidar değil karşısında yer alan kesimdir.

Yani devletin, iktidarın, hükümetin öne sürdüğü şeyler değil onun karşısında bulunan PKK’nın temsil ettiği Din karşıtlığı üzerinden ilerleyen tutum ve dilin ürettiği şeyler Din’i araçsal olarak gündeme taşımıştır. Bu tutum ve dil, her defasında toplumsal düzeyde tepkisel olarak Din’i yardıma çağırmayı paradoksal olarak talep etmiştir. Yardıma çağrılan Din’in içerikten yoksun olup olmaması, toplumun gözünün görmediği bir şeydir. Önemli olan, o an meselenin çözümü ve hızıdır.

İşin başka tarafı daha var: Türklere uzun süredir hakim olan zihniyetle Kürtler üzerinde hakimiyet sağlamaya çalışan zihniyet, ortak bir paydada etrafında 19.yüzyılın kaba –saba nesnelci, dışlayıcı, tahakkümcü unsurlarını “özgürlük” adına özgürleştiricilik adına araya sokuşturma gayretine girmiştir.

Türk tarafında hükümeti devirme, iktidarı ele geçirme; Kürt tarafında ise egemenlik arzusu, meşrulaştırıcı bir işlev olarak kullanılmaktadır. Nasıl ki; özgürlük adına çıkanlar daha çok köleleştirmeyi (edilgin hâle dönüşmeyi) getirmişse; egemenlik adına ortaya çıkanlar da aynı ölçüde eskisinden daha çok iktidara bağımlı “yeni” modeller getirmek isteğindedir.

Genel bir kabule göre; “Türkler ile Kürtler” arasına Dış güçlerin girdiği, tarafları (daha çok Kürtleri) onların kışkırttığı, yarayı kangrene çevirdiği söylenir. Siyaset açısından yani uluslar arası dengeler açısından bu doğruluk taşır. Bu düzlemde Stratejik akıl devreye girer. Stratejik akıl için herşey kullanılan ve kullanılması gereken bir malzeme mesafesinde bulunduğundan izah kolaydır: Şayet Politik baskılar ve yaptırımlar bu yolla gelecekse büyük güçler olaya dahil olmaktan uzak duramazlar.

Bunlar bir taraf olduğumuzda anlaşılabilen fakat kabul edilmesi zor olan şeylerdir. Lakin herkesin kabul ettiği bu görüş, Türkleri de Kürtleri de edilgin kılan, alete indirgeyen başka bir yön taşır. Şayet araya girebilecek bir çatlak- gedik varsa çeşitli unsurların orada olmasını ve arasını daha da açmasını engellemek zorlaşır.

“Türkler ile Kürtler” arasına “Birarada Yaşamak” denilen şey monte edilmeye çalışılıyor. Oysa bu fomül tıpkı ırkçılık gibi gizli ve tehlikeli süreçleri bünyesinde taşıyor. Kürtler, gayrı müslüm statüsünde işleme tabi tutulmak isteniyor.

Bizlere bunları gazlayan Avrupa, o hakikat diye sunduğu araçsal aklıyla yabancıları sadece entegre etmek için formüller bulmaya çalışmaktadır. “Birarada Yaşamak”ın anlamı, sadece entegrasyondur.

Onlar için her yabancı da aynı değildir: Daha iyi kullanabileceği, yararlanabileceği, kendi dilini (çatpat) öğrenebilmiş bir yabancı, mültecilerden yani sonradan kendisine katılmaya çalışan zavallılardan üstündür…

Kendi üstünlüğü tartışmanın dışındadır tabii ki. Avrupa, Madrid meydanlarında şınav çektikçe; “birarada yaşam”, “birlikte yaşam”, “beraber yaşam” denilen şeylerin anlamının daha kuvvetli kavrandığını varsaymaya devam eder…

Twitter: @servetkzlay